Mahkeme, Balyoz darbe planı iddiasıyla tutuklu yargılanan 356 muvazzaf ve emekli askerin Hilmi Özkök, Aytaç Yalman gibi tanıkların dinlenmesi, lehteki delillerin de dikkate alınması taleplerini kabul etmedi. Savcı mütaalasını verdi ve karar aşamasına gelindi. Öyle bir gidişat, öyle bir mütaala ve öyle bir karar aşaması ki, bazı sanıklar ilk savunmasını bile yapmamıştı henüz. İşte onlardan birisi de eski 1. Ordu Komutanı Emekli Orgeneral Ergin Saygun’du. Adeta ölüm döşeğinden alınıp Silivri’ye konuldu. Canıyla boğuşan Saygun’un mahkemeye gelip savunma yapması mümkün olmadı. Savcı ve mahkeme de bekleyemedi tabii!…
Saygun dün ambulansla ve doktor gözetiminde geldi Silivri mahkemesine. Bastonla yürüyordu, kolu sargılıydı, ceketinin altından sonda bağlantıları görülüyordu. İlk kez konuştu. Kimi buna ilk savunma dedi, kimi de son savunma. Lakin ne o, ne buydu; adeta bir vasiyetnameydi. Kendisi değil, Türkiye ve TSK için.
Her satırı ibretlik olan bu konuşmanın maalesef çok az kısmı yansıdı gazetelere. Kıyıda köşede kaybolmayacak, kaybolmasına izin verilemeyecek kadar önemli, bir o kadar tarihi olan bu ‘vasiyetname’nin tam metnini ilgi ve bilgilerinize sunmak istedim. Baştan sona sabırla okumanızı ve okutturmanızı diliyorum.
Silivri, Hasdal, Hadımköy ve Maltepe’ye kucak dolusu sevgiler…
Müyesser YILDIZ
17 Ağustos 2012
(E) ORG. ERGİN SAYGUN SAVUNMASI (16 Ağustos 2012)
Bütün hazırûnu selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum.
Milletimizi büyük üzüntülere boğan 1999 depreminin yarın yıldönümüdür. Bu vesile ile depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza ve donanmamızın güzide mensuplarına tekrar Allah’tan rahmet, kederli ailelerine başsağlığı diler, yüce Allah’ın memleketimize ve milletimize bir daha böyle felaketler yaşatmamasını dilerim.
Söylenecek bir şeyler var ise söylenmeli, yoksa zaman bitiyor. Bitince de tam bitiyor. Kimin ne kadar zamanı kaldığını, sadece Allah bilir ama benim gibi yıllardır sağlığı ile uğraşanlar bazı şeyleri anlayabiliyor ve hissedebiliyor. Sağlık durumum sonraki duruşmaların ne kadarına katılmama müsaade eder bilmiyorum, onun için bu celsede bazı şeyleri anlatıp belki de son sözlerimi söylemek istiyorum.
Sağlık durumumla ilgili teferruatlı bilgileri mahkemenize sunduğumuz ayrı bir talep dilekçesi ile bildirdik. Bu nedenle burada genel olarak bahsedeceğim.
Adli Tıp Kurumu birinci raporunda cezaevinde kalabilmem için diyet, tedavi ve poliklinik kontrollerimin yapılabilmesi şartı bulunmaktadır. Cezaevinin bunları yapıp yapamayacağını beni oraya göndermeden önce sormadınız. Sormayı kabul etmediniz.
Cezaevi yönetimi hapishane ortamında bu şartların yerine getirilmesinin mümkün olmadığı konusunda rapor verdi. Buna rağmen hapishanede tutulmaya devam edildim.
Kısacası en temel hakkım olan “yaşam hakkım” gasp edildi.
Bu uygulamanın sonucu olarak, tutuklandıktan tam 2 ay sonra kalp ve solunum yetmezliğine ek olarak sekiz ayrı rahatsızlığım nedeniyle İstanbul Mehmet Akif Ersoy Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi’ne yatırıldım. Bir aya yakın tedavi gördüm. Adli Tıp Kurumu “Yatarak tedavisine gerek yoktur” dedi amma demek ki yatarak tedavi görmemi gerektiren hastalıklarım mevcutmuş.
Sağlık sorunlarımla başınızı ağırtmayacağım demiştim. Sadece genelde kalp, göğüs, diyabet, nöroloji ve bunların birbirleri ile etkileşmesi sonucu sonucu ortaya çıkan toplam 18 değişik hastalığım olduğunu söylemekle yetineceğim. By-Pass olduğum damarlardan bir ana damarın gene tıkandığını, kalbin çalışma kapasitesinin % 30 olduğunu, %66 olan akciğerlerin çalışma kapasitesinin ise Silivriye kapatıldıktan sonra % 44’e düştüğünü, nörolojik problemlerden ötürü düşme ve bayılma nöbetleri geldiğini, hastanede tedavi edilirken dört kere düştüğümü, diyabetik nöropatiden ellerimde ve ayaklarımda şiddetli ağrılar çektiğimi, tedaviye başlanması için bir EMG çekimi gerektiğini, bunun için 5.5 ay sonraya gün verdiklerini söylemekte de yarar olabilir.
Belki ayaklarımdaki ağrı ve yanmalara faydası olur veya hapishanenin nemli havasında biraz daha havadar bir yer buluruz diye gece hapishane koridorlarında bastonuma dayanarak dolaştığımı da söylemek zorundayım. Gece saat 12 ‘den sonra su akmadığından 5 litrelik bidonlara doldurduğum su ile ayaklarımı yıkayarak serinlemeye çalıştığımı da.
Rutubeti unutmamak lazım. Silivri cezaevinin duvarlarından sular akmaktadır. Bazı geceler nem oranı yüzde seksenleri geçmektedir. Bu durumlarda normal ilaçlarımın üzerine iki defa nebülüzatör ile ilaç yapmam gerekiyor. Başıma bir şey gelecek de sorumlu olacaklar diye herkes tedirgin, endişeli. Ama sizin için farketmez. Tutukluluğun devamına.
Benim gibi kalbi ve akciğerleri ancak normal şartlarda kısıtlı çalışan birisini böyle bir yerde tutmakda israr edip sonra da adli tıbba “biz bunu buraya kapattık ama acaba ölürmü “diye sormanın mantığını anlamam da mümkün değildir.
Adli Tıp Kurumu da bu soruyu “düzenli kontrolları yapılamazsa multidisiplin bir merkeze sevki yapılmalı, kontrolları yapılabiliyorsa reviri ve doktoru bulunan bir ceza evinde infaza devam edilebilir diye cevaplamış. Acaba soruyu mu anlamadılar diye sordum kendi kendime.
Allah aşkına. Cezaevi ben bu şartları karşılayamıyorum diyor, “düzenli kontrolu yapılabiliyorsa” ne demek? Yapamadığını söylüyor cezaevi. O zaman tutamazsınız hapiste. Ama sizin için farketmez. Tutukluluğun devamına.
Hastalıklarımın seyrine göre sayıları değişmekle beraber, takibini kendim yaptığım tam 32 adet ilaç kullanıyorum. Bu ilaçlardan bazılarının dozunun ayarlanabilmesi için muntazam kontrollarımın yapılması gerekmektedir. Bunu yapacak kimse olmadığından yapabildiklerimi kendim, bildiğim kadarı ile yapmaya çalışıyorum. Yanlış bir şey yapsam bunun sorumlusu kim olacak? Tedavimi yapmak benim görevim mi? Ama sizin için farketmez. Tutukluluğun devamına.
Tecavüzcülerin, bilmem kaç yüz ton uyuşturucu ile yakalananların, polis dövenlerin tutuksuz yargılandığı ülkemizde, TSK mensuplarının kanunlara aykırı gerekçelerle 18 aydır tutuklu yargılanmaları fevkalade hazin bir durumdur. Gene Yassıadayı hatırlıyorum ister istemez. Sizi buraya getiren irade, burada kalmanızı istiyor. Rövanş alma iddiaları gene ağırlık kazanıyor.
Rapor çok da dinleyen yok.
MAEH, hastanın klinik durumunda kötüleşme riski vardır diyor. Ayrıca, gerekli kontrolların yapılması için iki haftada bir bu hastaneye başvurmam gerektiği, kan şekerinin günde üç kez ölçülmesi ve insülin tedavisinin kan şekeri takibine göre düzenlenmesi, acilen klinik stabilizasyonunun sağlanamadığı hallerde nöroloji, endokriniloji ve kardiyoloji merkezlerinin bulunduğu bir klinikte takibini önermiştir. Günde 3 kere kan şekerini kim ölçecek? İnsülin tedavisini kim düzenleyecek? Böyle bir kilinik neresidir? Bilmiyorum. Beni kim nasıl sevk edecek o da belli değildir. Ama sizin için farketmez. Tutukluluğun devamına.
Dikkat buyurun. Ana hastalık gruplarım Endokrinoloji, Nöroloji ve Kardiyoloji. Ama Adli Tıp Raporunun altında sadece Dahiliye ve Göğüs Hastalıkları mütehassıslarının imzaları var. Beyin ameliyatı olmuş albayımızın raporunu çocuk mütehassısının imzalamış olması gibi. Bunlar insan hayatına değer vermemenin, insanlarla alay etmenin ibret alınacak örnekleridir.
Rahmetli Kuddusi Okkır sağlığı hakkında endişe duyan muhterem eşine “Merak etme, ben artık devlete zimmetliyim” demişti. Sonu malum. Sizlere zimmetli en kıymetli varlığa, insan hayatına gösterilen bu özensizlik bir ibret vesikası olarak hafızalara ve vicdanlara kazınacaktır.
Mahkemenizin vermiş olduğunuz tutuklama kararı ile GATA’da devam etmekte olan tedavim, yarım kalmıştır. Aceleniz neydi? Neden beni hastane odamda telefonla arayıp bugün savcılığa gelmeniz gerekiyor dediler?
Bütün bu rahatsızlıklarım bilinirken, tutuklanmam neden “gerekli görüldü” diye salim kafa ile düşündüğümde, bunun da Balyoz kurgusunun bir parçası olduğunu görüyorum. Bu dava için bir icra planı, bizim tabirimizle cereyan tarzı planı yapılmış, kimler bilirkişi olacak, kimler tanık olarak dinlenecek, hangi bulgular delil olacak, yargılama ne zaman bitecek vb.hepsi önceden tespit edilmiş. Bu plan sadakatle uygulandı, planı bozabilecek taleplerimizin hiçbiri kabul edilmedi. Benim tutuklanmam, bu plandaki zamanlamaya uymanız için şarttı. Sorgum yapıldı ve önceden hazırlanmış olan esasa ilişkin mütalaa okundu. İnsan hayatına hiç önem vermediginizi bir kere daha ispat ettiniz.
Ne yapmak istediğinizi bilmiyorum. Bunları neden yaptığınızı da. Ancak yaptığınızın TCK 81 ve 82nci maddelerinde tarif edilen “Kasten adam öldürmek “ suçu kapsamına girdiğini düşünüyorum. Ama beni öldüremeyeceksiniz. Son nefesime kadar, tam bir kurgu olan bu davaların 404 muvazzaf personeli çeşitli davalarda yargılanmakta olan Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kurulmuş, öç alma amaçlı bir linç komplosu, bir kıyım olduğunu, bize isnat edilen suçlamaların hepsinin yalan olduğunu ispat edene kadar mücadele edeceğim.
Daha önce yapılan ve digital sahtekârlıkların, iddianameler ve Esas Hakkındaki Mütalaadaki tutarsızlıkların ve gerçek olmayan beyanların ortaya konduğu savunmalar ile mahkeme huzurunda yapılan bilirkişi rapor ve takdimlerini aynen kabul ediyorum. Mahkemenizin de kabul etmesi en samimi dileğimdir.
3 ncü Kor.K.olarak benim ve karargahımın Sıkıyönetim, Doğal Afet Yardım, EMASYA gibi görevlerinin bulunmadığını, bir NATO karargahı olan 3ncü Kor.Kh’da 12-13 ülkeye mensup yabancı subay ve astsubay bulunduğunu, Kolordu Karargahının NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler komutanının harekat kontrolünde bulunduğunu ve bu komutanın müsaadesi olmadan herhangi bir görev verilemeyeceğini hatırlatmak isterim.
Herkese nasip olmayacak, her şeyi ile nevi şahsına münhasır bir dava ve yargılama süreci yaşamaktayız. O kadar çok soru var ki bu dava nasıl bitecek bilemiyorum.
Bir defa, yargıda yaşanan sorunların bizim yargılanmamıza denk gelmesi büyük bir talihsizliktir. Bu sürecin, yargılanmamız esnasında mahkemenizi etkilememiş olduğunu umuyorum. Gerçekten de yargılanmamızın değişik safhalarında karşımıza çıkan yargı içindeki ve özellikle de özel yetkili mahkemeler arasındaki bölünmüşlük, kutuplaşma, aynı mahkeme mensupları arasındaki dargınlık ve hatta savcıların bağlı oldukları Başsavcının telefonlarının dinlenmesi için mahkeme kararı aldırması, mahkemelerin bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ve adil yargılanma konularında ve neticede adaletin tecelli edeceği yolunda büyük endişelerime yol açmaktadır.[1] Özellikle de tarafsız vicdani kanaatleri sanıklar lehine tecelli eden bazı yargı mensuplarının, tenzil-i makam ile başka görevlere atanmaları, arkadaşlarının hakaretlerine maruz kalmaları, hatta mesleklerinden ayrılmak zorunda bırakılmaları, biraz önce ifade ettiğim konulardaki haklılığımı göstermektedir. Bütün bunlar bu yargılamanın adil olduğuna inanmama imkân vermemektedir.
Özel Yetkili Mahkemeler lağv edilmiştir. Üst düzey siyasi yetkililerimizin söylemlerine göre bu mahkemeler yetkilerini aşmıştır. Uygulamada ölçüyü kaçırmışlardır. Yetki alanlarını kendileri genişletmişlerdir. Hatta kendilerini Allah gibi görüyorlar denmektedir. Bu ifadeler devletin tepesindeki kişilere aittir.
Peki yetkilerinizi nasıl aştınız? Bu kadar ciddi ve sonunda kapatılmanızla sonuçlanan eleştirileri hak etmek için neler yaptınız? Yetki alanlarınızı nasıl genişlettiniz? Burada bahsedilen; Sanık lehine olan delillerin iddianameye yazılmaması hatta saklanması ve iddianamede delillerdeki hususların tam tersinin belirtilmesi midir? Sanıkların lehine yeni bir delil çıktığında kovuşturmaya yer yoktur kararının verilmesi kuralının uygulanmaması mıdır? Yemin etmemiş bilirkişiye rapor hazırlatılması, bilirkişinin aylar sonra yemin ettirilmesi için karar alınması ve bu şartlarda hazırlanmış bilirkişi raporunun geçerli kabul edilmesi midir? Delillerin huzurda tartışılması kuralının göz ardı edilmesi midir? İddianame yazılabilmesi için önceden delillerin toplanması gerektiği şartının uygulanmaması mıdır? Devletin temel kurumları değil de kim olduğu belli olmayan kişilerin yazdığı imzasız ihbar mektuplarının kanuna aykırı olarak esas alınması mıdır? Sorgulama bitmeden Esas Hakkındaki Mütalaanın hazır edilmesi midir? Sivil ve askere farklı hukuk uygulanması mıdır? Bir ceza davasının olmazsa olmazı maddi değillere değil de kanaat, tahmin, yorum ve varsayımlara itibar edimesi midir? T.C. Genelkurmay Başkanının terör örgütü başkanı ilan edilmesi midir yoksa Genelkurmay karargahına ve 1nci Ordu ya cunta, suç örgütü gibi fevkalade sorumsuz suçlamalarda bulunması mıdır?
Ama daha da önemlisi, bu mahkemeler haklarındaki hukuka aykırılık tartışmalarına, görev ve yetkileri ile ilgili tereddütlere ve lağv edilmiş olmalarına rağmen, yargılama yapmaya devam edecekler ve bizi yargılamak görevleri bitince dağılacaklar, hukuken mevcut yanlışlıklar da ancak bizim davalarımız bittikten sonra düzeltilecektir. Konu bizatihi mahkemenizle ilgili olmamasına rağmen adil yargılanma açısından akla çeşitli sorular getirmektedir. Bu nasıl bir hukuk anlayışıdır? Nasıl bir hukuk uygulamasıdır? Nasıl bir hukuk faciasıdır? Lağv edilmiş mahkemelerle yargılama yapılması dünyanın neresinde görülmüştür?
Siyasilerimiz sizin tecrübeli kişiler olduğunuzu ve bu davaların bu nedenle sizlere verildiğini söylemektedirler. Muhakkak öyledir. O zaman sizi yere göğe sığdıramayanlar ne oldu da yerden yere vurmaya başladı? Pek çok kişi tarafından tenkit edilen hukuk dışı uygulamaları nasıl yaptığınızı ve bunlara yol açan saikler her ne ise onları bir defa daha düşünmenizi öneririm.
Esas suç unsuru oldukları iddia makamı tarafından iddianamede açıklanmış olan 11, 16 ve 17 nolu CD’lerin sahte olduğu savunma ve bilirkişiler tarafından defalarca ispat edilmiştir. Lütfen anlayınız. Hala CD’lerin gerçek olduğunda direnerek, bunlarla yargılamada ısrar etmek artık bir anlam ifade etmemektedir.
Şimdi yapılacak iş bunları kimin hazırladığının bulunmasıdır. Bu konuyu açıklığa kavuşturacağına inandığımız bazı tanıkların dinlenmesi taleplerimiz mahkemenizce kabul görmemiştir
SAHTE CD’LERİ KİM ÜRETTİ? ARTIK SORULMASI GEREKEN SORU BUDUR. Bu sorunun cevabı bulunmadan memleketimizde kimse kendini güven içinde hissedemeyecektir. Her kes sıranın kendisine ne zaman geleceği endişesini taşımaktadır.
ABD’de mukim Cyber Dilligence adlı adli bilişim suçları şirketinin yazdığı rapordan daha önce de huzurda ifade ettiğim bir konuyu tekrar gündeme getirmek istiyorum. Bu raporda, Türkiye’de istedikleri kişi hakkında, istedikleri suç isnadında bulunabilen, bu suçla ilgili her türlü delili yaratabilen ve bunu da yargıya kabul ettirebilen bir yapı olduğu anlatılmaktadır. Balyoz denen plandaki sahtekârlıkları da yaptığı muhtemel olan bu yapının ne olduğu ve kimlerden meydana geldiğinin bulunması gerekmektedir. Tekrar Soruyorum: SAHTE CD’LERİ KİM ÜRETTİ? ARTIK SORULMASI VE CEVABI BULUNMASI GEREKEN SORU BUDUR.
2003 tarihli belgelerde 2007 yazılımlarının kullanıldığının yetkili bilirkişi tarafından huzurda onaylanması çok önemlidir, çünkü bu CD’lerin sahte olduğunu ortaya bir defa daha koyacak ve davanın tamamen çökmesi ile sonuçlanacaktır. Mahkemenizin talebimize direnmesinin ardında bu sebebin bulunduğu açıktır. Aynı sahtekârlığa başka davalar ile ilgili belgelerde de rastlandığı haberleri dikkat çekicidir. Demek ki ortada çok geniş kapsamlı bir sahtekârlık söz konusudur.
12 Ağustıs 2012 tarihinde Samanyolu televizyonunda bir konuşma yapan AKP Milletvekili, 28 Şubatta hazırlanmış olan medya ve bürokrasi listeleri ile sizde Balyoz listelerinin örtüştüğünü söyledi. Bu doğru ise, Balyoz listelerinin 1997-1998 senelerinde hazırlanmış olması gerekir. 11 no’lu CD yazılırken de bunlar aynen kullanılmış. Mahkemeniz tarafından araştırılsın desek beyhude bir istek olur tabi…
Dedim ya nev’i şahsına münhasır bir dava.
Bütün bu olan biten içinde dikkati çeken tarih 2007 yılıdır. Sokak isimlerinden kullanılan bilgisayar sürümlerinin tarihi, Balyoz belgelerinin çuval içinde getirildiği iddialarından, adresim olarak 2006-2008 dönemindeki bilgilerin kullanılmasına kadar, elimizde bulunanlar bu tezgâhın bir sebeple 2007 yılında kurulmaya başlandığını göstermektedir.
2003 Temmuz ayında basında yer alan bir haberde[2] Cyber Dilligence’ın bahsettiğine benzer bir yapılanmadan söz edilmekte ve “ organizasyonun çalışmaları belli bir noktaya geldiğinde, iki ayrı düğmeye aynı anda basılacağı ve bazı kişilerin doğrudan yargıya gidecekleri” yazılmaktadır. İki ayrı düğmenin Ergenekon ve Balyoz olduğu açıktır.
Adli Emanete kaldırılmış dosyaların açıklanması ile bu dava ıle ilgili belgelerinin sahte olduğu bir kere daha ispatlanmıştır. İdda makamının sanık lehine olan delilleri sakladığı ve iddanameye yalnış yansıttığı ortaya çıkmıştır. Sormak istiyorum: Bu konuda bugüne kadar ne yapılmıştır? Hiç.
Ayrıca bilirkişi J. Yzb. Ahmet Hakan Erdoğan’ın CD’lerin 2003 yılından çok sonra yazıldığı yolundaki raporu da, avukatların fark etmesi sonucu sonradan ortaya çıkmıştır. Bu deliller sanıkların lehindedir ancak her üç iddianamede de bunlara yer verilmemiştir. Sanık lehine olan delillerin yer almadığı iddianame kanunlarımıza göre reddedilir. Bu yapılmamış, yargılama bu iddianameler üzerinden sürdürülmüştür.
Kanunlarımıza göre Sanıkların lehine bir delilin sonradan ortaya çıkması halinde Cumhuriyet Savcısının Kovuşturmaya yer olmadığı kararı vermesi gerekmektedir. Ancak mahkemeniz bu ve daha başka birçok bulguyu dikkate almadan 1600’den fazla hatası tespit edilmiş olan bir iddianame ile yargılama yapmakta israr etmektedir. İddia makamının esas hakkındaki mütalaası da, bu hatalar ve yanlış olduğu ispatlanmış olan pek çok bulguya dayanmaktadır.
Siyasilerimiz konuyu en baştan beri, hatta kimin kimden talimat aldığına kadar bildiklerini açıklamışlardır[3] . Bu ifadeler ortada bir teşkilatlanma olduğunu ima etmektedir. Bu teşkilat nedir? Bunun mutlaka açıklanması gerekir. Bu durumda neden tedbir alınmadığını ve dava açmak için neden sekiz sene beklendiğinin de açıklanması gerekir. Özellikle de ortada bir darbe ihtimali yokken. O zaman neyin oluşmasının beklendiğinin de açıklanması gerekmektedir.
İddianameye göre MIT eski müsteşarı Şenkal Atasagun 1nci Ordu darbeye hazır diyor. Ama MİT balyoz ile ilgili bir evrak yok elimizde diyor. Gelip anlatsın dedik. Yok…
Genelkurmay eski başkanı (E) Org. Hilmi Özkök’ün tanık olarak dinlenmesi talebimizde ne kadar haklı olduğumuzu adı geçen komutanın ergenekon davasında söyledikleri göstermiştir. Kilit şahidin ise zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı (E) Org. Aytaç Yalman olduğu kendiliğinden ortaya çıkmıştır ama kendilerinin dinlenmesi mümkün olmamıştır. Sayın Hilmi Özkök’ün, Sayın Yalman’a yapılmasını emrettiği incelemenin neticesi nedir? İncelemeden bir sonuç çıkmadığına göre ortada bir şey yok demektir. Eğer başka bir davada verilen bir ifade bu dava için kullanılıyorsa o zaman Orhan Aykut’un da bir başka soruşturma nedeni ile alınan ifadesindeki beyanlarının bu dava için da kullanılması gerektiği muhakkaktır. Ne demişti Orhan Aykut?
“2007 yılında Balyoz soruşturmasında delil olarak kullanılan belgeleri ağzı kapatılmış bir çuval içinde (geçmişte TSK’dan uzaklaştırılmış olan) uzun saçlı bir binbaşı ve Amerikalı Senatörün getirerek, 4. Levent’deki bir otelde kendisi de hazır olduğu halde, İhsan Aslan’a teslim ettik …
“İçinde Balyoz soruşturmasına dayanak olan belgelerin bulunduğu çuvalı kendisinin İhsan Aslan’a ait otomobile taşıdığı, oradan Ankara’da İhsan Aslan’a ait ofise götürdükleri, İhsan Aslan’a ait 22 katlı binanın 5. Katında askeri seminer ile ilgili bu belgeler arasındaki kayıtlara ilaveler yapıldığı” söylemişti.
Bu beyanları soruşturma ve dosyaya ekleme gereği neden duymadınız?
Gnkur. Bşk. lığının bilgisayarlarına girilip evrak çalındığı, bu çalıntı evraklardan başka evraklar üretildiği delilleri ile sabittir. Bazıları ile ilgili yargılama devam etmektedir. Bu işi yapanlardan birinin adını verdik, gelsin dinleyelim dedik. Mahkemeniz talebimizi makbul bulmadı. Bu işi kim başlatmıştır? Evrakları çalanlar bunları kime vermiştir veya vermektedir? Bu kişilerin elinde başka ne bilgiler vardır? Benim tahlil sonuçlarımı yayınladıklarına göre başka kimlerle ilgili ne bilgiler mevcuttur? Belgeleri çalan şahıs korgenerallerin ve orgenerallerin tüm e-maillerini takip ettiklerini ifade etmiştir. Bunların elde edilmesindeki amaç nedir? Bunlardan neler üretilmiştir? Daha neler üretilecektir? Bunların araştırılmasına neden müsaade etmediniz?
Eski bir Emniyet İstihbarat Daire Başkanı “Komutanlar MGK toplantılarına giderken biz dosyalarında ne yazdığını biliyorduk “ diyor televizyon kanallarında.
2007 yılında bir eski milletvekilinin bir amerikalı ile bir çuval içinde bu davanın evraklarının getirildiğini söylüyor bir başkası. Mahkemede dinleyelim? Hayır.
Hem darbe yapacaksınız diyeceksiniz, hem de darbe var mı yok mu ortaya koyacak delillerin incelemesini, şahitlerin dinlenmesini kabul etmeyeceksiniz.
Bütün bunları önemsemeyip geçeceksek bu dava nasıl çözülecek? Bu konular ortada iken nasıl adaletli bir hüküm vereceksiniz? Vicdanınız rahat olacak mı? Duruşmalar bitiyor, henüz Balyoz denen planı, yani davanın esas delilini görmek bir Allahın kuluna nasip olmamıştır. Eğer beni darbecilikle suçluyorsanız, bana BALYOZ dediğiniz planı göstermeye mecbursunuz.
Aynı şekilde “pek çok kanlı eylemi bizzat hazırlamışlardır” “terör örgütleri ile kurumsal ve hiyerarşik bağlantıları vardır” gibi iddiaların delillerini de göstermek mecburiyetindesiniz! Çünkü bize cunta diyorsunuz. Cunta nedir? Nasıl bir teşkilatı vardır? Başı sonu neresidir? Birbirleri ile nasıl temas kurarlar, nasıl haberleşirler? Bunu açıklamak zorundasınız.
Tekrar soruyorum. Deliller nerede? Delil gösteremiyorsanız bu yazdıklarınız iftira olmaktan öteye geçemez. İftira bir suçtur. Ya delilleri çıkarın ortaya, ya da sehven yazılmış vs ne isterseniz onu söyleyin. Bu iddaları ortaya atıp kaçamazsınız. Deliliniz yok ise yok deyin. Aksi halde, ruzu mahşerde iki elim yakanızda olacaktır.
Ne olduğunu, neye benzediğini 365 sanıktan ve avukatlarından hiçbirinin, muhtemelen mahkeme ve iddia makamının da görmediği bir cismi muamma ile suçlanma. Halbuki, kanunlarımıza göre hakim kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilecektir. Bu yapılmamış yani bırakın BALYOZ denen planı, herhangi bir delil görülmemiştir. Mahkemeye hangi delil getirilip tartışılmıştır? Delillerin tartışılması safhasını bile atladınız. Bu durumda vereceğiniz hüküm gayri kanuni olmayacak mı?
Bir yerde görmüştüm. Buna da sezgi hukuku deniyormuş. Delil olmadan suç isnat etmek. Bunlar nasıl olsa suçludur mantığı.
İddia makamı daha benim ifadem alınmadan ve sorgulamam yapılmadan Esas Hakkındaki Mütalaasını tamamlamış. Şimdi bu esas hakkında mütalaa konusunda birşeyler söylemem gerekiyormuş. Ne söyleyeyim ki? Esas Hakkındaki mütaalada bana verilen mesajı açık ve nettir. “Biz kararımızı verdik bile. Sen ne dersen de söylediklerinin bizim için bir kıymeti harbiyesi yoktur”
İddia makamının devletin Genelkurmay Başkanlığı, MIT Müsteşarlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü gibi temel resmi kuruluşlarının Balyoz diye bir plandan haberleri ve bilgileri olmadığı yolundaki açıklamalarını değil de elde ediliş şekli bakımından anayasa ve kanunlarımıza göre dikkate alınmaması gereken iddiaları, esas alarak açması, davanın hukuka uygunluğunun daha en başta tartışılabilir duruma getirmiştir.
Desenize mahkeme devletin en temel kurumlarını dinlemiyor, seni dinlememiş çok mu?
Balyoz denen Plandaki çizelgeler hakkında da bir iki şey söylemek istiyorum. Bir kere bunların hepsi sahtedir ve sahte olduğu da pek çok kere ispat edilmiştir. Bu çizelgelerin hiç biri, şahsım veya karargâhım tarafından hazırlanmamıştır. Bu bilgileri ihtiva eden CD, flash bellek, disk vs hiç biri benim üzerimde, bana ait bir yerde veya karargâhımda bulunmamıştır.
Bu çizelgelerin hiçbirinde imza yoktur yani kimin yazdığı belli değildir ve hiçbir adrese yayınlanmamıştır. Zaten Balyoz serisi planların içinde imzalı tek bir sayfa yoktur. Allahtan korkun. Böyle delil olur mu. Bunlarla adam tutuklanır mı ? 18 ay tutuklu kalır mı? Bunlarla kuvvetli suç şüphesi olur mu?
Bu nedenle de hazırlanmasına hiçbir katkım olmayan hatta hazırlandığından ve varlığından haberim dahi bulunmayan ve sahteliği defaatle ispatlanmış bir şeyin aynı çizelgelerde adı geçen sivillerde oldugu gibi benim aleyhimde de delil ve suç unsuru olarak gösterilmemesi gerekir.
Esas hakkındaki mütalaada enteresan bir kısım var. 2003 Mayıs tarihindeki “Genç Subaylar Rahatsız” ve benzeri bir takım yazıları herhangi bir delil göstermeden bizim yayımlattığımız yazıyor. “Genç Subaylar Rahatsız” haberindeki rahatsızlık duyulan subaylardan biri de benim. Yani size göre kendi kendimi bir gazeteciye şikayet ediyorum. Pes!!
Daha önce de gündeme getirdiğim bir konuyu yeniden dikkatinize sunmak istiyorum. İddianamede devlet sırrı niteliğindeki bilgiler açıklanmış, KKK.lığının Seminer Sonuç Raporunda bu konuya dikkat çekilerek gizlilik derecesine uygun işlem yapılması ikaz edilmesine rağmen bu bilgiler de serbestçe dağıtılmıştır.
TCK md. 326, 327, 329, 330, 334, 339 kapsamında suça esas teşkil eden Devletin çok gizli bilgilerinin, harp planlarının, “yayınlamayın” denmesine rağmen herkese dağıtılmasını bu davada ele almazsanız, bunun ilerisi için bir emsal teşkil edeceğini veya devletimizin başına ne işler açabileceğini neden düşünmezsiniz?
Aynı şekilde, bavul içinde bir gazeteye verildiği söylenen bilgilerden de, bu gazetede çalışanların ifadelerine göre, çıktı alınmış, taranmış, fotoğrafları çekilmiş ve bir kısmı da imha edilmiştir. Ülkemizin savaş planları kimlerin elindedir. Yazılı olup da konuşulmamış planlar, bunların alternatifleri vardır. Bunlar nerededir? Çıktı alınan, taranan, fotoğrafları çekilen belgeler kimin elindedir? Hangi belgeler çok gizli olduğu için imha edilmiştir? Bunların kaydı var mıdır?
Bu dava burada bulunan 365 vatan evladı için tam bir yıkım olmuştur. Bu dava nedeni ile TSK’nın 20 yıllık geleceği yok edilmiş, kariyerler sona ermiş, bizler itibarsızlaştırılmış, eşlerinden, babalarından ayrı aileler perişan olmuştur. Maddi ve manevi sıkıntılara duçar olmuşlar, içlerinden işini ve okulunu terk eden, hastalanan, felç geçiren, son nefesinde oğlunu göremeyenler olmuştur. Neden diye düşündüğünüzde mantıki bir cevap bulamıyorsunuz. Askere olan kin ve öfkenin böyle bir zulmü yapabilecek boyutlara ulaşmış olabileceğine ihtimal veremiyorsunuz. “Biz adamı böyle yaparız “ düşüncesi ile hareket edilmekte olduğunu da mantığımız kabul etmiyor. Ama galiba gerçek bu.
Zulm ile abad olanın ahiri berbad olur lafı geliyor aklıma.
Özetleyelim;
Ortada delil yoktur, delil diye gösterilenlerin hepsinin sahte olduğu ispat edilmiştir. Ayrıca, ortada balyoz diye bir plan da yoktur. Olan bulgularda da imzalı tek sayfa yoktur. İddia makamının bilirkişi raporları muvazaalıdır ve karşılarında yirmiden fazla sanıklar lehinde yetkili kişi ve kurumların hazırlamış olduğu rapor bulunmaktadır. Sanıklar lehine delillere üç iddianamenin hiç birinde yer verilmemiş, tam tersine bu tür deliller saklanmış, bu iddianamelerin reddedilmesi gerekirken mahkeme tarafından kabul edilmiştir. Kanunlarımızın emrettiğinin aksine, hiçbir delil mahkemede tartışılmamıştır. Delillerin hukuka uygun elde edilip edilmediği araştırılmamış, çalıntı bulgular delil olarak kullanılmıştır. Dinlenen tanıkların hepsi darbe hazırlığı yapıldığı yolunda bir intibalarının olmadığını bildirmişler, soru işaretli birçok konuyu açıklığa kavuşturacağına inandığımız yeni tanık dinlenme taleplerimiz gene mahkeme tarafından reddedilmiştir. 1600 den fazla faulü olduğu belirlenmiş, bir kısmının hukuk öğrencisinin dönem ödevinden alınmış olduğu iddiaları yalanlanmamış bir iddianameler serisi ile yargılanmaktayız.
İşte özet olarak Balyoz budur. Türkiyede her cezaya bir suç bulunur söylemi ispatlanmıştır.
Buna asrın davası diyenler, içinizdeki asker karşıtlığını kontrol ederek lütfen bir kere daha düşünün.
Bu dava, baştan beri anlattığım özelliklerinin yanında mutlaka eşlerin ve çocukların, kısacası kadınların davası olarak hatırlanacaktır. Bazılarının babalarını savunma görevi yanında, eşlerimiz ve çocuklarımız kamuoyunu bilgilendirme, bizlere moral verme, kendi aralarında işbirliği ve dayanışma gibi konularda örnek çabalar sarfetmişler, bir asker ailesinin ne demek olduğunu herkese göstermişlerdir. “Adaletin Peşinde Vardiya Bizde” diyerek, hayatlarını bu davaya adadılar. Bütün zorluklara cesaretle ve sabırla karşı koymaktadırlar. Bu onurlu ve haklı mücadelede bazı kadınlarımıza soruşturma açılmış, kendileri de sanık durumuna düşürülmüştür. Bazıları hüküm giydi bazıları ise yargılanıyor. Yine de yılmadan, yorulmadan çalışıyorlar.
Bizleri bırakıp, şimdi de eşlerimiz ile uğraşanlara da bir sözüm var; Onlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınları, boşuna uğraşmayın: yılmazlar. Üzerimizde hakları çoktur, ailelerimizden helallik istiyor, haklarını helal etmelerini diliyorum. Benim de var ise herhangi bir hakkım, bir tek onlara helal olsun.
İster istemez, insanoğlunda vicdan denen bir hasletin bulunduğunun hatırlanmasına ve bazıları için de yeniden keşfedilmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Suçsuzluğumuzu ve iddia makamının delillerinin sahte olduğunu yani olmayan birşeyin olmadığını ispat etmek için her şey yapılmıştır. Bu davada ülkemizde suçsuzluğun da bir suç olduğu ispatlanmıştır.
SONUÇ:
3. Kolordu Komutanı olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin müesses emir ve komuta yapısının dışında, eğer varsa, başka bir oluşuma dahil olmak gibi bir düşüncemiz veya bu istikamette bir gayretimiz asla olmamıştır. T.C. hükümetini görev yapamaz hale getirmek gibi bir düşüncem de yoktur. Tek isteğim devletimin ve milletimin selamet ve saadetidir. Üzerime atılı suç doğru değildir.
Bütün bu eziyeti haketmek için ne yaptık diye düşünüyorum ister istemez. Cevap koca bir hiç, yüce Türk devletine, asil Türk milletine, şanlı Türk bayrağına ve kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerine sıdkı sadakatle hizmet etmekten başka.
Şerefle bitirilmesi gereken en zor ve en son görev ömürdür. Arkamızda iyi bir isim bırakabilmek “iyi insandı” dedirtebilmek için hayatımız boyunca uğraştık. Bu dünyadan darbeci damgası ile gitmek istemiyorum. Bizler bu lekeyi hak etmiyoruz.
Sabır diyorum kendi kendime. Sabretmek baş eğmek değil, mücadeleye devam azmini ortaya koymaktır diye öğretmişlerdi. Küfür sürer ama zulüm asla diyen hadisi şerifi hatırlıyorum. Sabretme gücüm artıyor. Ama öfkem de artıyor.
İsteklerimiz hakkımız olan şeylerdir. Bunlara mani olmayın. Eskiden arkanızda “hak kuvvetin fevkindedir.” yazardı. Onun için yüce rabbim benim karşıma kul hakkı ile gelmeyin demektedir. Onun için musalla taşında helallik alınır. Şimdi kuvvet sizde olabilir ama hak hala bizdedir. Bizden esirgediğiniz işte budur. Umarım ne yaptığınızın farkındasınızdır.
Allah herkese akıl fikir versin.
Söyleyeceklerim bundan ibarettir.