Elazığ depreminden sonra Afrika’ya giden Erdoğan, yurda dönüş yolunda çeşitli açıklamalar yaptı ve beraberindeki gazetecilerin sorularını cevaplandırdı.
Sorulardan birisi şöyleydi:
“Ülkemizde yaşanan son yıllardaki depremlerden sonra iki tavır ortaya çıkıyor. Devletin tavrı, muhalefetin tavrı… Devletin tavrı son 17 yılda birçok depremde milletle dayanışma içinde. Muhalefet ise deprem üzerinden siyaset yapıyor. Millet ittifakının bileşenleri de medyasıyla STK’larıyla başka bir algı oluşturuyor. Son olarak Kemal Kılıçdaroğlu ‘Deprem vergileri nereye harcandı?’ dedi. Bu tavrı sormak isterim. İkinci olarak devletin 1999 öncesi tavrıyla bugünkü tavrını değerlendirebilir misiniz?”
Erdoğan’ın uzun cevabından iki bölümü aktaralım.
“Bu adam” diyerek Kılıçdaroğlu’nu eleştirip bakanların ve AKP’lilerin bölgedeki çalışmalarını anlattıktan sonra şöyle devam etti:
“Bir defa Kılıçdaroğlu’nun ne kabinemizi ne bizim şu andaki o bölgede çalışan milletvekillerimizi falan ağzına almasını yakıştıramam. Onların böyle bir derdi olamaz. Acaba kendisi oraya gitti mi? Gitmedi. Şimdi bundan sonra herhalde gider; ben söylüyorum ya… Niye gitmedi? Bu ciğer meselesi, ruh meselesi ondan… Bunda öyle bir ruh yok. Biz elhamdülillah Van’da da Simav’da da Sakarya’da da… Ben cezaevinden çıktım, ilk gittiğim yer Sakarya, Düzce’dir. O zaman belediye başkanı sıfatım yoktu. Bütün oraları dolaştık.”
Deprem vergilerini nereye harcandığına ilişkin eleştirilere de şu karşılığı verdi:
“Soruyorlar şimdi. Başbakanlığım ve Cumhurbaşkanlığım döneminde bir para hangi amaç için toplanmışsa bugüne kadar o gaye için harcanmıştır. Onun dışında bir yere biz bu tür paraları harcama diye bir tavrın içinde olmadık, olmayız… Bunlar yatıyor kalkıyor, ‘O parayı nereye, bu parayı nereye harcadınız?’. Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da Bay Kemal’e bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok.”
Daha Deprem Olmamıştı ki
Erdoğan’ın, “Ben cezaevinden çıktım, ilk gittiğim yer Sakarya, Düzce’dir” sözünden başlayalım.
Bilindiği gibi, Erdoğan 6 Aralık 1997’de Siirt’te yaptığı konuşmadan dolayı, “halkı, ırk, sınıf, din veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açık tahrik ettiği” iddiasıyla yargılandı.
Nisan 1998’de 10 ay hapis ve 716 milyon 666 bin 666 lira ağır hapis cezasına çarptırıldı.
Cezasının infazını iki kez ertelettikten sonra 26 Mart 1999’da Kırklareli Pınarhisar Cezaevi’ne teslim oldu.
4 aylık cezasını tamamlamasının ardından da 24 Temmuz’u 25 Temmuz’a bağlayan gece tahliye edildi.
İstanbul girişinde dönemin Fazilet Partisi (FP) Milletvekilleri Mehmet Ali Şahin, Mustafa Baş, FP İl Başkanı Numan Kurtulmuş, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna ve partililer tarafından karşılanan Erdoğan, konvoy eşliğinde evine gitti. Evinin önünde, “Başbakan Erdoğan” sloganlarıyla karşılandı. Burada bir konuşma yapan Erdoğan, özetle şunları söyledi:
“Türkiye’de siyaset adamı olmanın gereklerinden biri olan cezaevine girme durumunu, Allah’a şükürler olsun tamamlamış bulunuyorum… Ben üzerime düşen sorumluluğun hakkını verme gayretiyle mahkûmiyet sürecimi ülkenin ve milletin sorunlarına çare olacak çözüm yollarını araştırmaya çaba göstererek doldurdum. Bugün bir kere daha anlaşılmıştır ki, Türkiye’nin gerçek gündemi demokratik bir hukuk devleti mantığı içinde gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi, kalkınma için toplumsal uzlaşmanın sağlanması ve Türkiye’nin dış politikadaki gücünü göstermesine bağlıdır. Ülkemizde sadece siyasi dengeler değil, bütün sosyo-ekonomik dengeler tahrip edilmiştir. Bundan çıkar sağlayanların en büyük amacı bu dengelerin yeniden tesis edilmesini engellemektedir. Bu dengeleri yeniden tesis etmeden ülkemizin hiçbir sorununu çözmek mümkün değildir.”
Daha sonra kalabalığı selamlayıp dinlenmeye çekildi. Evinin önündeki sevgi gösterileri ertesi sabah da sürdü. Bunun üzerine dışarı çıkan Erdoğan, evinin alt katında vatandaşlarla tek tek tokalaştı.
İlerleyen günlerde ise Erdoğan’ın siyasi yasağının kalkması için girişimlerde bulunacağı, FP Kongresi’ne hazırlanacağı, İngilizce öğrenmek için ABD’ye gideceği şeklinde haberler yapıldı.
Uzatmayalım. Peki Marmara depremi ne zaman yaşandı? 17 Ağustos’ta, yani Erdoğan’ın tahliye olmasından 24 gün sonra.
“Tarihlerde bir karışılıklık olduğu anlaşılıyor” deyip Erdoğan’ın, deprem vergisi harcamalarıyla ilgili, “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da Bay Kemal’e bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok.” şeklindeki ifadelerine geçelim.
Ben Ancak Rabbime Hesap Veririm
Birincisi, bunu sadece “Bay Kemal” sormadı ki!.. İkincisi, sadece “Bay Kemal” sorsa bile hem bir vergi mükellefi olan şahsı hem de milyonlarca CHP’li adına sordu.
Yıl 1994. Dönemin SHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın, Refah Partisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Erdoğan’ın sabıkalı olduğunu iddia edip hesap vermesini istediğinde Erdoğan, “Ben ancak Rabbime hesap veririm” diye tepki göstermişti.
Yoksa hâlâ bu anlayışta mı?
İyi de AKP Programı’nda şu vaatte bulunulmamış mıydı?
“Kamu yönetiminde şeffaflık, hesap verme sorumluluğu ve öngörülebilirlik, yönetimin her alan ve kademesine yerleştirilmelidir.”
Erdoğan da Öyle Düşünüyordu
Gazetecinin, muhalefeti yerden yere vuran o “muhteşem” sorusuna da gelelim.
Günlerdir sorgulanan şey, 21 yılda depremlerden ne dersler çıkarıldığı, neler yapıldığı ve halen neden büyük kayıplar verildiğidir.
Eğer bunlar, “deprem üzerinden siyaset yapmak” ise şu sözler nedir?
“Bakınız, bizim ülkemiz deprem kuşakları üzerinde bulunan bir ülke. Bunun bilmeniz lazım. Bilim insanlarımız deprem konusunda çok önemli çalışmalar yaptılar. Hangi bölgede hangi fay hattında deprem beklenildiğini, muhtemel depremleri artık biliyoruz. Yani bizim millet olarak deprem olursa ne yapmalıyız aşamasından, deprem olmadan ne yapmalı aşamasına çok hızlı şekilde geçmemiz gerekiyor. Hedefimiz yara sarmaktan öte yara almamak olmalı. Depremlere müdahaleden önce muhtemel deprem durumunda zararı azaltmak gayemiz olmalı. Bizim artık enkaz altından nasıl çıkarırız değil, enkaz altında nasıl insan kalmaz ona yönelmemiz, buna yoğunlaşmamız lazım. Zira ölümü sebep olan deprem değil, ölüme sebep olan depreme hazırlıksızlıktır, tedbirsizliktir. Sıkça söylendiği gibi deprem değil, bina öldürür. Depremleri, afetleri önlemek gücüne sahip değiliz. Öyleyse depreme hazırlıklı olmayı, afetlere karşı mütehayyiz olmayı öğrenmemiz, buna göre tedbirlerimizi artırmamız gerekir.”
Bunları kim, ne zaman mı söyledi?
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 17 Ağustos 2013’te…
Peki, uzun yıllar Erdoğan’ın danışmanlığını yapan, halen de AKP Sözcüsü olan Ömer Çelik’in 1999 depreminden birkaç gün sonra Yeni Şafak Gazetesi’nde yazdığı şu satırlara ne dersiniz?
“Uzun zamandır normal hayatı olağanüstüleştirerek yaşamayı kanıksadığımız için, belli ki, içine düştüğümüz kıskacın vahametini algılamakta zaafa düşmüşüz. Çok basit ama bir o kadar da acı olan şu: Türkiye yönetilemiyor. Ve, yönetemeyen, yönetmesi mümkün olmayan bir mekanizmanın yönetiyormuş gibi yapması binlerce cana mal oluyor. Eğer bugün birilerin fiyakası bozulmasın diye söylenmesi gerekenlerin ‘milli birlik ve beraberlik’ nutuklarının altında ezilmesine göz yumarsak; bugün susarsak, bu çarpık mekanizma yüzünden yüzlerce insanın ebediyen susmasına ortak olmuş olacağız.”
Müyesser YILDIZ
30 Ocak 2020
Odatv Link: https://odatv4.com/yazar/muyesser-yildiz/erdogan-cezaevinden-ciktiktan-sonra-nereye-gitti-30012035.html
Odatv yeni link: https://www.odatv4.com/makale/erdogan-cezaevinden-ciktiktan-sonra-nereye-gitti-30012035-177519