İçeriğe geç

Kenan Evren de Tek Başına Karar Vermişti!..

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine onay için koşulan şartlar konusunda “yazılı mutabakat istediklerini” açıkladı ya; Batı’nın yazılı teminatlarını dahi nasıl yerine getirmediğini dün, üstelik başrolünde Finlandiya’nın olduğu bir örnekle anlattık.

Bugün de ikinci örneği hatırlatalım. Muhatabımız yine AB, konumuz yine Kıbrıs.

AB, geçmişte “Kıbrıs’ın, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı herhangi bir kuruluşa üye yapılmayacağı” garantisi verdiği halde, 1990’lı yıllarda itibaren Rum kesiminin AB üyelik sürecini başlattı, Aralık 2002’deki Kopenhag Zirvesi’nde de üye yapılacağını ilân etti. Türkiye ise, kapı gibi hakkı olduğu halde, Rum kesiminin üyeliğine karşı çıkmadı.

İktidarda AKP vardı. Erdoğan, siyasi yasaklı olduğu için Başbakan Abdullah Gül’dü. Ancak Erdoğan, Genel Başkan sıfatıyla Avrupa ülkelerinde tura çıktı ve Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi için görüşmeler yaptı. Erdoğan’ın görüştüğü liderlerden birisi, dünkü yazının başrolündeki isim olan Finlandiya Başbakanı Lipponen’di. Lipponen, Türkiye’nin AB üyeliğine destek vereceklerini söylerken Erdoğan, Finlandiya’nın 1999 Helsinki Zirvesi’ndeki rolünün önemine dikkat çekip bu desteğin önümüzdeki süreçte de devam etmesini istedi!..

Yine Erdoğan’ın görüştüğü isimlerden, AB Dönem Başkanı Danimarka’nın Başbakanı Danimarka Başbakanı Rasmussen, Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs konusunda bir bağ bulunmadığını, ancak Kıbrıs’ta bir çözümün süreci olumlu etkileyeceğini vurguladı.

Sonuçta o zirvede, Türkiye’ye müzakere tarihi değil, “AB Komisyonu’nun rapor ve tavsiyesine dayanarak, Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiğine karar verildiği takdirde Aralık 2004’te katılım müzakerelerinin gecikmeksizin başlatılması” vaadi verildi.

Rum Kesimini Tanıyın Şartı

16-17 Aralık 2004’teki Brüksel Zirvesi’nde ise Türkiye’nin önüne çok ağır şartlar konularak müzakerelerin 3 Ekim 2005’te başlatılması kararlaştırıldı. AB’nin hemen o gün, orada yerine getirilmesini istediği şartlardan birisi, Türkiye’nin, Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü yeni üyeleri de kapsayacak şekilde imzalamasıydı. Burada kastedilen yeni üyelerin başında, “Kıbrıs Cumhuriyeti” dedikleri Rum kesimi geliyordu. Tek anlamı Türkiye’nin Rum kesimini tanımasıydı. Erdoğan rest çekti; ama öte yandan dönemin Devlet Bakanı Beşir Atalay imzasıyla, “Ek protokolü imzalayacağız” şeklinde bir taahhütte bulunuldu.

Muhalefetin tepkileri üzerine iktidar, ek protokolün onay sürecini yavaştan alırken Brüksel Zirvesi’nden 4 ay sonra, 26 Nisan 2005’te Lüksemburg’da düzenlenen Türkiye-AB Ortaklık Konseyi Toplantısı’nda yayımlanan “Ortak Tutum Belgesi”nde bu defa; “Türkiye’nin, Gümrük Birliği anlaşmasını yeni AB üyelerine genişleten protokolü imzalaması, uygulaması ve tüm üye ülkelerle ilişkilerini normalleştirmesi” gerektiği vurgulandı. Bu Konsey, Türkiye-AB arasındaki tek resmi organdı ve Ankara, o belgeye göre; “Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerin normalleştirilmesine de limanların açılmasına da Rumların NATO başta olmak üzere bazı uluslararası kuruluşlara üyeliğine de” onay vermiş oluyordu.

Sözkonusu bu belge kamuoyu gündemine hemen hiç gelmezken AB Komisyonu, 29 Haziran 2005’te, Türkiye için hazırlanan Gümrük Birliği Ek Protokolü’nden doğan yükümlülüklerin de hatırlatıldığı Müzakere Çerçeve Belgesi’ni onaylayıp AB Konseyi’ne gönderdi.

Dönem Başkanı Söz Verdiği Halde

İşte bu aşamadan sonra Ek Protokol’ün imzalanmasının Rum kesimini tanıma anlamına gelip gelmeyeceği tartışmaları yeniden başladı. Erdoğan ve Gül, protokolün şerh konularak imzalanacağını, “Çözüm olmadan Rumların tanınmayacağını” söyledi.

Başta İngiltere Başbakanı Tony Blair olmak üzere, AB liderleri yine devreye girdi. Temmuz’da Londra’ya giden Erdoğan, Tony Blair’le ek protokolün imzalanması ve Türkiye’nin buna ilişkin bir deklarasyon yayımlamasını görüştü. Blair, ek protokolün imzalanmasının Rum kesiminin tanınması anlamına gelmeyeceğini ve Türkiye’nin, ek protokolü imzalarken bir deklarasyon yayımlama isteğini normal karşıladıklarını açıkladı.

Nihayetinde Temmuz sonunda AB Dönem Başkanı İngiltere, AB Komisyonu ve Türkiye arasında mektup teatisi yoluyla ek protokol imzalandı. Beraberinde Ankara, “Türkiye’nin ek protokolü imzalamasının, Rum kesimini tanıdığı anlamına gelmediğine” ilişkin bir deklarasyon yayımlayıp bunu da İngiltere’ye gönderdi.

Ancak Dönem Başkanı İngiltere’nin bu sözüne rağmen, başta Yunanistan ve Rum kesimi olmak üzere çok sayıda AB üyesi ülke Türkiye’nin deklarasyonuna karşı çıktı. Nihayetinde 21 Eylül’de AB Daimi Temsilciler Meclisi, karşı bir deklarasyon yayımlayıp Türkiye’nin bu tek taraflı deklarasyonunu “esefle” karşılandığını ve “Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmemesinin müzakerelerin genel seyrini etkileyeceğini” duyurdu.

Bunun üzerine ertesi gün Dışişleri Bakanlığı’mız yeni bir deklarasyon yayımladı. Bakanlık; AB’nin deklarasyonunun, “Türkiye ile AB arasında 40 yılı aşkın süren işbirliğinin ruhu ile bağdaşmayan bir üslup içinde haksız yaklaşımlar ve bazı yeni unsurlar içerdiğine” dikkat çekti, asıl AB Konseyi’nin 26 Nisan 2004’te aldığı “Kıbrıs Türklerine yönelik tüm ambargo ve kısıtlamaların kaldırılması” kararının gereklerini yerine getirmediğini hatırlattı.

Bu da AB Konseyi’nin Yazılı Teminatı

İşte bu deklarasyon savaşları arasında, Türkiye ile üyelik müzakerelerin başlatıldığının ilân edileceği 3 Ekim tarihine gelindi.

Ancak aynı gün açıklanan Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 7’inci maddesinde; “Türkiye’nin, AB üyesi ülkeleri de ilgilendiren uluslararası anlaşmalar ve organizasyonlardaki pozisyonunu, AB ve üyelerinin politikalarına uygun hale getirmesinin” istendiği görüldü.

Bu şartın anlamı da; Türkiye’nin, Rum kesiminin NATO ve OECD gibi kuruluşlara katılımını veto etmemesiydi.

Haliyle yeni bir kriz daha çıktı. AB Liderlerinin yanı sıra ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice devreye girdi. Erdoğan, Türkiye’nin “uluslararası örgütlerdeki kazanımlarıyla ilgili güvence” istedi. AB, bir “Başkanlık deklarasyonu” yayımlamayı kabul etti. Erdoğan, bunu kabul etmeyeceğini, daha güçlü bir açıklama beklediğini bildirdi. Görüşmeler tıkanınca İngiltere Başbakanı Tony Blair, Erdoğan’ı aradı. Sonuçta; “Konseyin Muvafakatiyle Yapılan Başkanlık Bildirisi” başlıklı üç satırlık açıklama üzerinde uzlaşmaya varılınca, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Lüksemburg’a gitti ve müzakereler başlatılmış oldu.

O üç satırlık açıklama veya sözde “güvence” şuydu:

Müzakere Çerçeve Belgesinin ilgili tüm uluslararası kuruluşları kapsayan 7’nci maddesi, bu kuruluşlardan veya bunların üyelerinden herhangi birinin veya Avrupa Birliği üyesi devletlerin karar alma özerkliğine ve haklarına halel getirecek şekilde yorumlanamaz.”

Özetle, hem nalına hem mıhına; herkesin kendisine göre yorumlayacağı, dahası Müzakere Çerçeve Belgesi’nin eki de sayılmayan, yani AB açısından herhangi bir bağlayıcılığı olmayan bir üst yazıydı.

Evet, Rum kesimi ve Fransa’yla birlikte AB Konseyi’nin 14 faslı bloke etmesiyle müzakereler kesildi; ama hem buna hem geçmişte verilen tüm o güvencelere rağmen AB, Türkiye’den “Rum kesimiyle ilişkilerini normalleştirmesini ve “Rum kesiminin uluslararası örgütlere üyeliğini veto etmemesini” istemeye devam ediyor.

NATO Üyesi Oldular Gibi

Tüm bunları anlatmamızın ana sebebi Batı’nın zaten bildiğimiz güvenilmezliğini ortaya koymak veya -bırakın yazılı mutabakatı- İncel’e el basıp yemin etseler de kendilerine inanılmaması gerektiğini söylemek değil, şu:

Biliyorsunuz; Yunanistan’ın 38 yıl önce NATO’ya dönüşüne Kenan Evren, 12 Eylül darbesini yaptıktan sonra tek başına onay verdi ve bunun bedellerini halen ödüyoruz.

Şimdi gündemde İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği var. Bu da sadece ülkemizin değil, dünyanın geleceği açısından son derece kritik; sonuç ve bedelleri ileriki yıllarda ortaya çıkacak, hasılı iktidar ve muhalefet tarafından enine boyuna düşünülüp karar verilmesi gereken bir konu.

Ancak, görüldüğü üzere, cezaevlerindeki mahkûmların korona izinlerini uzatmak için bir araya gelen iktidar ve muhalefet, böylesi hayati bir konuda ayrı telden çalıyor.

Süreci tek başına yürüten Erdoğan, şimdilik iki ülkenin üyeliğini veto edecekmiş gibi görünüyor; ama beraberinde şu olana bakın:

NATO’nun Baltık Denizi bölgesindeki en büyük askeri tatbikatlarından, 5-17 Haziran arasında gerçekleştirilecek olan “Baltops 22”ye 14 NATO ülkesinin yanısıra İsveç ve Finlandiya da katılacak. Dahası, tatbikatın ev sahipliğini İsveç yapacak.

Adeta iki ülkenin NATO üyeliğinin peşinen ilânı gibi!..

Şuraya geleceğiz;

Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in Kıbrıs ve Doğu Akdeniz mesajlarını ABD Başkanı Biden ve ABD Kongresi’nin alkışlarla desteklemesini, keza İsrail-Yunanistan-Rum kesimi + ABD (3+1 formatı) anlaşmasını düşünelim.

İsveç’in ve Finlandiya’nın üyelikleri konusunda topyekün sağlam bir duruş ortaya konulmaması halinde, Erdoğan “ikna” edilir veya Türkiye yeni bir “emrivakiyle” karşı karşıya bırakılırsa, önümüze hem Rum kesiminin hem de İsrail’in NATO üyeliğinin konması da yakın demektir!..

Müyesser YILDIZ
30 Mayıs 2022

Kategori:Uncategorized