Tuğamiral Cem Aziz Çakmak… Yaşasaydı, muhtemelen bu yıl Deniz Kuvvetleri Komutanı olacaktı… Çünkü Kuvvet’in “kutup yıldızı” idi… Ama kumpaslarla, bırakın Komutanlığını, yaşamasına bile izin vermediler!
7 yıl önce kaybettiğimiz Cem Aziz Çakmak, önce Hasdal ardından Silivri cezaevlerinde tuttuğu notlarla o karanlık günleri anlatmaya çalıştı. Aslında kendi kendisine söz vermişti, bu acıları yazmayacaktı. Fikrini değiştirdi; çünkü yaşadıkları ibretlik derslerdi. O yüzden de yazdı.
Onlar Adliyede Başbakan Toplantıda
Örneğin Şubat 2010’da ilk kez tutuklanmasına ilişkin satırları şöyleydi:
“Beşiktaş Adliyesi’ne intikal ettik. Beşiktaş Adliyesi ana-baba günüydü. Dışarıda kümelenmiş basın ordusu. İçerde göz altına alınan emekli paşalar, subaylar. Bu kelimenin tam anlamı ile bir pusuydu. Beni koordinatör savcı olan Bilal Bayraktar sorguladı. Aslında ifadem uzun sürmedi. Savcı kendisinin özellikle Ergenekon savcısı olmadığını belirtme ihtiyacı duydu ve kendisinin de çoluk çocuğu olduğunu söyledi. Daha sonra Hasdal’dayken düşündüm, bu adam ileride çocuklarının yüzüne bakabilecek miydi? Bu hainliğe bir cumhuriyet savcısı nasıl alet olabilirdi? Öğleden sonra tutuklanma istemi ile mahkemeye sevk edildik. Oyun planlandığı şekilde işliyordu. Akşam geç saatlere kadar mahkeme için bekledik. Bu arada televizyonda Başbakan’ın İspanya’dan döndüğünü ve havaalanında toplantı halinde olduğunu izledik. Bizimle ilgili olduğunu anlamak için müneccim olmak gerekmiyordu. Toplantı sona erdikten 10 dakika sonra mahkemeye çıkacağımız söylendi. Nöbetçi Hakim Ali Efendi Peksak o hafta tutukladığı muvazzaf/emekli subay sayısı ile tarihe geçecekti. Mahkeme çok kısa sürdü. Gece yarısından sonra mübaşir ile bir liste gönderildi. İki kişi hariç hepimiz tutuklandık. Yeni bir dönem başlıyordu. Tutuklanmamız mahkemede yüzümüze okunmamış, mübaşir ile bildirilmişti. Adliye’den ayrılmamız sabahın 2’sini bulmasına rağmen dışarıda basın ordusu arsızca bekliyor, flaşlar ardı ardına patlıyordu… O gece hiç unutmadığım an, bize refakat eden Albayın tutuklama kararı sonrası döktüğü içten gözyaşlarıydı. Halbuki bu daha başlangıçtı ve gözyaşı dökmesi gereken birçok Silahlı Kuvvetler mensubu olacaktı.”
Cem Amiral en çok kendi içlerindeki “işbirlikçileri” sorguladı. Tespitleri şunlardı:
“Yandaş basından söz açılmışken; Sanıyorum Genelkurmay’ın en büyük hatalarından biri, bu basının yazdıklarını ciddiye almasıdır. Her eleştiriye bir cevap bulma veya tedbir alarak bu basının yazdıklarını engelleyeceğini zanneden zihniyet, yeri geldiğinde yalan, iftira dolu haberleri de kendi personelini sorgulayarak ödüllendirecekti bile. Aslında temel amacın TSK’yı itibarsızlaştırmak olduğu bilinse dahi yazılan her haberi, yapılan her eleştiriyi ciddiye alarak reaksiyon gösterilmesinin, yandaş basının ekmeğine yağ sürmek olduğunun farkına varılamaması mı, bir türlü anlayamıyordum.”
O günlerde hemen her gün televizyonlarda Balyoz tartışılıyordu ya; şöyle isyan etti:
“Daha ne olduğunu biz de bilmediğimiz halde yandaş basın neredeyse tüm detaylara hâkimdi. Bazen düşünüyorum, biz kendi ülkemizde miydik, yoksa başka bir ülkede esir mi alınmıştık? Bu insanların kendi masum subaylarına bu kadar düşman olmasının sebebi neydi? Yoksa düşman oldukları başka bir şeydi de onun hıncını bizden mi almaya çalışıyorlardı? Demokratikleşiyoruz diyerek hiç olmayan, sahte, hazırlanmış dijital veriler ile bir devletin hakimi, savcısı, medyası kendi masum subaylarını (masum olduklarını da bildiği halde) nasıl bu şekilde teşhir edebilirdi? Herhangi bir üçüncü dünya ülkesinde bile bunun yaşanması mümkün olmaz diyordum… Bu davanın amacı neydi? Hangi dış güçler tarafından destekleniyordu? İçerde bu senaryonun kurgulayıcıları kimlerdi? Bizim kuvvetten işbirlikçileri belirlemek mümkün müydü? Öyle ya; bu kadar bahriye subayı isminin kuvvet dışından elde edilmesi olanaksızdı. Bizim kuvvetten de birileri bu sahteciliğe ortak olmuş gözüküyordu.”
“Attıkları Her Adım Planlı Değil miydi?”
Balyoz kumpasındaki ilk tutukluğu kısa sürdü Cem Amiral’in. Üst mahkemeye yapılan itiraz sonucunda, yaklaşık 1 ay sona tahliye edildi ve hemen göreve döndü. İlk büyük mesaisi de Mavi Marmara krizi oldu. İsrail’in gemideki 11 vatandaşımızı öldürmesinin ardından, sonraki yıllarda yine bir kumpasla TSK’dan ayrılmak zorunda bırakılan dönemin Kurmay Başkanı Nusret Güner’le birlikte Başbakanlığa gidip ilk gün Bülent Arınç, Beşir Atalay, Mehmet Şimşek, Hakan Fidan ve Ömer Çelik’in, ikinci gün ise Başbakan Erdoğan’ın katıldığı toplantılarda brifing verdi. O toplantılara ilişkin tespitleri ise şöyleydi:
“Yaklaşık 2 saat süren toplantıda gelişmeler ve alınacak tedbirler görüşüldü. Burada belirtmekte fayda gördüğüm husus, özellikle Doğu Akdeniz’deki karakol faaliyetleri idi. Bizim böyle bir durumda angajman kurallarına ihtiyaç duyacağımız talebi hükümet tarafından çekince ile karşılandı ve diplomatik yollara ağırlık verilmesi kararlaştırıldı. Toplantılarla ilgili basın açıklaması Bülent Arınç tarafından yapıldı. Bu açıklamada Arınç, toplantıya katılanlar arasında benim ismimi de saydı. Aynı hafta içinde Uğur Dündar’ın Star TV’deki programına katılan emekli Koramiral Atilla Kıyat benim ismimi söyleyerek, ‘Düne kadar hapiste olan bir amiralin böyle önemli bir konuda hükümete brifing vermesi ilginç değil mi?” diye soruyordu. Sayın Komutanım Atilla Kıyat da yaptığım görevin önemini belirtiyor ve hafifçe gülümsüyordu. Durum gerçekten enteresandı. Daha sonra konu basın tarafından Bülent Arınç’a sorulacak, o da, ‘Ben nereden bileyim’ diyecekti. Ancak ben toplantılar sırasında benim durumumun farkında oldukları izlenimi edinmiştim. Attıkları her adım planlı değil miydi?”
Sonrası mı?
2010 YAŞ toplantısına birkaç gün kala Balyoz kumpası iddianamesi kabul edildi ve tam 102 subay hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Aralarında Cem Amiral de vardı. Notlarına şunları kaydetti:
“Bu hukuksuzluğa kim dur diyecekti? Hakkımızda yakalama kararı olan bizler bir yandan devletin işini görmek üzere mesai yapıyor, diğer yandan dışarıda dolaşamıyorduk. Böyle tuhaf bir ortamda YAŞ toplantısı başladı. Aslında istenen de buydu. Devletin masum, vatansever amiral, general ve subayları pazarlık malzemesi yapılmıştı. Onlarca masum insanın suçsuzluğunu bildikleri halde terfi edecek general ve amirallerin engellenmesine karşılık, bu insanların özgürlüğü masadaydı. Ne uğruna ve kim tarafından, yetişmiş bu çok değerli subayların tasfiyesi isteniyordu? Kendi ülkemizde tam anlamı ile devlet terörü ile karşı karşıya idik.”
“Our Boys” Olmadığımız İçin Buradayız
Ve Silivri’deki savunmasında, “Hiçbir ülke bizim hakkımızda ‘Bizim çocuklar başardı’ diyemeyeceği için buradayız. Atatürkçü kimliğimiz, karada terörle mücadele ettiğimiz, denizde küresel güçlerin oyunlarını bozduğumuz için buradayız. Hainlik ve ihanetin odağı olan ve dış mihraklara uşaklık eden şerefsizlere sesleniyorum. Bu salondaki koltuklara oturacaksınız ve vatana ihanetten yargılanacaksınız. Bundan kaçışınız asla mümkün değil.” demiş, kanser tedavisi gördüğü sırada da “Ey Ahmet Altan, GATA’daki hasta yatağımdan sana meydan okuyorum!” cümleleriyle tepki göstermişti.
Sonuçta 16 yıl hapis cezasına çarptırıldı… 2012 Şurası’nda birçok subay gibi o da TSK’dan tasfiye edildi ve Hasdal’dan Silivri’ye gönderildi… Birkaç ay sonra akciğer kanserine yakalandı… 2014’te masumiyetinden değil de hastalığından dolayı tahliye edilince çok zoruna gitti… “5 ay yaşamaz” denmişti; tam 1.5 yıl direndi ve buruk da olsa beraat kararını gördü… Sonra sonsuzluğa gitti!
“Milli Ordu’ya Kumpas” Dediler
Cem Amiral ve yüzlerce subaya yaşatılanların ardından şunları da hatırlatalım:
17 Aralık 2013’teki yolsuzluk operasyonu üzerine Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı ve AKP Milletvekili Yalçın Akdoğan, isim vermeden Fetullah Gülen cemaatini işaret edip, “kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına ve milletin gönlünde yer eden sivil iktidarına kumpas kurduğunu” yazdı.
19 Mart 2015’te Harp Akademileri Komutanlığı’nda subaylara hitap eden Erdoğan, Süleyman Şah Türbesi’nin kaçırılması ve MİT TIR’ları olayı ile ilgili eleştirileri cevaplandırırken şunları söyledi:
“Daha da ileri giderek ifade ediyorum; komutanlarımıza, subaylarımıza, askerlerimize yönelik operasyonları da ben aynı kapsamda değerlendiriyorum. Suçluyla suçsuzun, gerçekle yalanın, doğruyla yanlışın aynı torbaya konularak yürütüldüğü bu operasyonlarla, şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı. Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş, güçlü medya desteğiyle teçhiz edilmiş bir yapının, Türkiye’yi ele geçirmek için yürüttüğü bir kumpasa, bir darbe teşebbüsüne hep birlikte maruz kaldık. Samimiyetle ifade ediyorum; eski Genelkurmay Başkanı’mız başta olmak üzere, birlikte mesai sarf ettiğim için yakından tanıdığım pek çok komutanın tutuklanmasına şahsen gönlüm hiçbir zaman razı olmadı. Tereddütlerimi, itirazlarımı o dönemde bu işin sorumlularına ifade ettim, hatta kamuoyu önünde de dile getirdim. Ama o zaman önümüze konan, ancak çoğunun sahte ve çarpıtılmış olduğu daha sonra ortaya çıkan belgeler, bilgiler karşısında, hukuka saygı gereği, yapacak bir şeyimiz kalmadı. Bu süreçte, Başbakan ve Hükümet olarak bizim de, Genelkurmay Başkanımızın ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin de, hukuk devleti ilkesine saygının gereğini yerine getirmek dışında bir duruşumuz olmadı.”
Erdoğan, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra da şu itiraflarda bulundu:
“İnanın bana aynı menzile giden farklı yollardan birisi olarak gördüğümüz bu yapının sinsi hesapların aleti, aracı, örtüsü olduğunu uzun süre görmedik, göremedik… Özellikle 2012 yılından sonra bu yapıyla ilgili rezervlerimizi çok açık koymuştuk. Bu dönemde hızlanan TSK kadrolarına yönelik operasyonlar ve davalarla ilgili de ciddi şüphelerim oluştu ve yetkilileri ile de bunları paylaştım. Çok yakından tanıdığım, uzun yıllar birlikte çalıştığım bazı komutanlara yöneltilen suçlamaların ve tutuklamaların gerekçeleri beni ikna etmiyordu… Her şeye rağmen bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.”
Şimdi Yine “Vesayetçi” Oldular
O günlerden bugüne gelelim. Erdoğan bazen günde birkaç kez konuştuğu için arada kaynadı; Cuma günü Milli Savunma Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde, “yeni dönemde” yaptıkları iyileştirmeleri anlatırken şu ilginç ifadeleri kullandı:
“Önce vesayetçilerin, ardından FETÖ’cülerin adeta kapalı devre bir sistem hâline dönüştürdükleri TSK personel temin, eğitim, görev ve terfi mekanizmalarını milletimizin tüm evlatlarının erişimine açtık. Böylece TSK gerçek anlamda milletin ordusu hâline gelmiştir.”
Devamında, hükümete geldiklerinde önce gerçek fotoğrafı görebilmek için epeyce uğraşmak mecburiyetinde kaldıklarını belirtip, “Çünkü hâlâ etkisini sürdüren bürokratik vesayetin önümüze çektiği perdeleri aralamak ve gerisindeki tabloya vukufiyet kesbetmek öyle kolay değildi.” dedi.
Bu safhaya geldiklerinde ise kelimenin tam anlamıyla dehşete kapıldıklarını, hemen kolları sıvadıklarını anlatıp şunları vurguladı:
“Demokrasi ve kalkınma hamlemizde savunma sanayimize özel bir yer verdik. Türk Silahlı Kuvvetleri’mizi günün ihtiyaçlarına göre donatmaya yönelik güçlü bir savunma sanayi ekosistemi kurmak için harekete geçtik… Attığımız her adımda, dışarıda önümüzün kesilmeye çalışılmasını anlayabiliyorduk; ama içeride maruz kaldığımız engellemelerin sebebini çözmekte doğrusu zorlanıyorduk. Her biri farklı ideolojik kimlik, siyasi üslup, teknik gerekçe içeren bu gayretlerin gerisindeki siluetin aslında aynı olduğunu zaman içinde yaşadığımız hadiseler bize tüm açıklığıyla gösterdi.”
O dönemin “fotoğrafına” baktığımızda gördüğümüz yegâne gerçek; “vesayetle mücadele” adı altında illegal ses kayıtları, kumpaslar ve sahte delillerle TSK’nın tasfiyesi değil miydi?!
Ne yani, “Milli orduya kumpas kurulduğu” itirafları gerçekdışı mıydı?!
Bu sözlerle, “FETÖ” eliyle tasfiye edilenler ve “FETÖ” aynı kefeye konmuş olmadı mı?!
Daha acısı; “TSK gerçek anlamda milletin ordusu hâline gelmiştir.” ne demektir? TSK bugüne kadar milletin ordusu değilse kimin ordusuydu?!
Ölüm yıldönümünde Cem Aziz Çakmak Amiral ve tüm kumpas şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Mekânları cennet olsun.
Müyesser YILDIZ
4 Temmuz 2022