İçeriğe geç

“TSK Reformu” İçin “Bunlar Ergenekon ve Balyozcuların Yalanı” Diyorlardı

15 Temmuz darbesinden sonra TSK’nın Kanun Hükmünde Kararnamelerle bir kalemde “dönüştürülmesinin” şaşkınlığını yaşayanlar için bu projelerin dışarıdaki mimarlarını anlatmaya çalıştık. Bir de iç mimarlara bakalım.

2003-2007 yılları arasında Başbakanlık Müsteşarlığı yapan, ardından iki dönem AKP milletvekili olup, Çalışma ve Milli Eğitim Bakanlığı görevlerinde bulunan Ömer Dinçer’i biliyorsunuz. Başbakanlık Müsteşarlığına getirildiğinde ilk işi “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma Projesi” hazırlamak olmuştu.

-12 Yıl Önce 15 Temmuz’da Ne Oldu? –

Projenin süreç ve akıbetini anlatmadan önce ilginç bir rastlantıya dikkat çekmek istiyorum.

Erdoğan ve Dinçer’in bu “büyük hayali” TBMM’de 12 yıl önce tam 15 Temmuz’da kabul edilerek, yasalaştı. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosu nedeniyle yürürlüğe sokulamadı.

İktidar, o vakitler Genelkurmay’ın itirazları üzerine TSK’yı bu kanunun kapsamı dışında bırakmak zorunda kalmıştı.

12 yıl sonra 15 Temmuz’da yaşanan darbe teşebbüsünün ardından o yasaya konulamayan, dahası “Bunlar Ergenekoncuların, darbecilerin yalanı” denilen “reformların” tamamı bir gecede yürürlüğe sokuldu. Üstelik kanun hükmünde kararnamelerle, yani Meclis by-pass edilerek!..

-En Büyük Tepkinin TSK’dan Geleceğini Biliyorduk-

2004’te Türkiye’yi sallayan bu projenin yasallaşma sürecini, bizzat projenin mimarı Ömer Dinçer’in sadece 7 ay önce yazdığı “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor?” isimli kitabından özetleyeceğim.

Dinçer’in şu tespiti ve TSK’ya bakış açısıyla başlayalım:

“Kamu yönetiminde yeniden yapılanma projesine en büyük tepkinin Ordu kanadından geleceğini tahmin edebiliyorduk. Özellikle bölücü örgütün ülkeyi karşı karşıya bıraktığı tehdit TSK’nın en önemli hassasiyetiydi. Ülkenin bölünmesi hiç kimsenin arzu etmeyeceği bir sonuçtu. Ancak Kamu Yönetimi Reformu’nun bölünmeye kapı aralayacağı endişelerini de doğru bulmuyorduk. Tam aksine, ülkenin demokratikleşmesini, mahalli ve müşterek ihtiyaçların karşılanmasına ilişkin yetkilerin yerel yönetimlere devredildiği bir yönetim modelini doğru bir strateji olarak görüyorduk.”

“Türk Ordusu ideolojisi olan ve ülke sorunları için politikalar üreten bir siyasi parti gibi, daha doğrusu ideolojisi etrafından çözüm üreten siyasi bir güç gibi hareket etmeyi alışkanlık haline getirmişti. Farkı, elinde bir de silah olmasıydı…. Askeri bürokrasinin kendi vesayetini devam ettirebilmesi için daima bir tehlikeye, iktidar gücünün pekişmesi için de tehlikenin büyüğüne ihtiyacı var. Bunun için en kolay yol, tehlike algısı yaratmak.”

Dinçer, TSK’nın “bu tavrına muhatap olmamak” için izledikleri yolu şöyle açıklıyor:

“Eğer reform çabasıyla ne yapılmak istendiği iyi anlatılırsa, kafalardaki endişeler giderilerek ilgililer ikna edilirse, en azından haksız eleştiri ve ithamlara maruz kalmayacağımızı düşünmüştük. Karşılıklı görüşme ve katılımcı bir toplantı pek çok sorunu çözecek sihirli reçete olabilirdi.”

Sonrasını yine Dinçer’den aktaralım:

“Genelkurmay Başkanlığından randevu istedik ve atöyle çalışması yapmayı önerdik. İkinci Başkan Orgeneral İlker Başbuğ bize 16 Ekim 2003 tarihi için randevu verdi. Bizi sanıyorum bir albay karşıladı. Başkanlık binası o güne kadar gördüğüm en lüks ve bakımlı kamu binasıydı… Başbuğ yaklaşık yarım saate yakın bize kamu yönetiminin nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerini anlattı. Aslında düşüncelerini anlatmadı, kendi nazik üslubu içinde reformun kapsamının ne olması gerektiği talimatını vermişti. Bize soru sormadı ve açıklama da istemedi. Dolayısıyla biz düşüncelerimizi kendisiyle paylaşma imkanı bulamadık. Bize ayırdığı sürenin sonuna gelmiştik. Ama ben her zamanki gibi amacımızı gerçekleştirme kararlılığı içinde atölye çalışması için geldiğimizi ve ortalıkta dolaşan yanlış bilgi ve propagandalar karşısında bilgi vermek ve tekliflerini almak istediğimizi belirttim.”

Atölye çalışmaları başlar. Dinçer’e göre, “Genelkurmay’dan gelen temsilciler projeyi reddetmek niyetiyle hazırlık yapmış görünmekte, kanun taslağının her maddesine büyük bir şüpheyle bakmakta ve hiç sözkonusu olmayan ihtimaller üzerinden tereddütler üretmektedir”ler.

-Genelkurmay’ın MSB’ye Bağlanmasından Endişe Ediyorlardı-

Sözü yine Dinçer’ı bırakalım:

“Buna rağmen kanun maddelerini tek tek gözden geçirdik ve bütün soruları cevaplandırmaya ve endişelerini gidermeye çalıştık. Haklarında hiçbir düzenleme olmamasına rağmen, idarede federatif bir yapıya kapı açılacağından, Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığına bağlanacağından, Jandarma Genel Komutanlığı’nın İçişleri Bakanlığına devredileceğinden endişe ediyorlardı. Toplumda oluşacak çok sesli ve çok kültürlü bir yapıdan çekiniyorlardı.”

Demek neymiş; Genelkurmay bu “reform” işinin, sadece bakanlıklara bağlanma değil, federatif yapıya kapı açacağından da şüpheleniyormuş!..

Devam edelim. O günlerde kamu reformuna sadece Genelkurmay değil, muhalefet yargı ve STÖ’ler de itiraz eder.

Şimdi sıkı durun; Dinçer bu itirazları, Cumhuriyet mitinglerini, “Ordu Göreve” pankartı açılmasını, “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı” hazırlanmasını ve neticede kanunun Sezer tarafından veto edilmesini sadece 7 ay önce yazdığı kitapta hâlâ neye bağlıyor, biliyor musunuz; Ergenekon’a, Balyoz’a!..

Aynen şöyle diyor:

“Ergenekon Savcısının İddianamesi, Balyoz darbe planlarının lahikaları ve nihayet kapatma davası, reformun başarısız olması için geliştirilen özel eylem planlarını açıkça dile getirmektedir…”

-Erdoğan ve Özkök’ün Mektupları-

Dinçer’in, “Gerçekte kamu yönetimi projesi belki de en yerli veya milli sayılabilecek bir çalışmaydı. Küresel düzeyde üretilen bilimsel veriler veya başka ülkelerin reform tecrübeleri dışında hiçbir yabancı katkı yoktu. Kendi uzmanlarımızın, bürokratlarımızın, bilim adamı ve siyasetçilerimizin vizyonu ve emeğinin bir ürünüydü” diye savunduğu bu hazırlığın devamında neler mi olur?

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök 21 Haziran 2004’te dönemin Başbakanı Erdoğan’a hitaben “kişiye özel, ivedi ve gizli” damgalı bir mektup yazar. Özkök mektubunda özetle şunu vurgular:

“Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısının mevcut haliyle yasalaşması durumunda, mahalli idareler merkezi idarenin vesayet denetiminden yoksun olarak güçlenecektir. İçinde bulunduğumuz şartlar altında, bu husus terör örgütünce kendi başarısı olarak bölge halkına yansıtılabilecek, belki de istenmeden terör örgütünün faaliyetlerine karşı bölge halkının desteğinin ve Kürt etnik milliyetçiliğinin artmasına neden olunabilecektir. Bu nedenlerle, bahse konu yasanın yasalaşması sürecinin ve içeriğinin bir kez daha değerlendirilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir.”

Hemen Erdoğan imzasıyla Özkök’e cevabi bir mektup gönderilir. İşte o mektubun önemli bölümleri:

“Hükümetimiz kamuoyunun yıllardır beklediği ve daha fazla geciktirilmesi artık mümkün olmayan kamu yönetimindeki reform çalışmalarını göreve gelir gelmez başlatmıştır. Öncelikle bu alandaki tüm raporlar gözden geçirilmiştir. Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı ülkemizin bilgi birikiminden ve değişik ülkelerin tecrübelerinden de yararlanılarak hazırlanmıştır. Hazırlanan metnin bir taraftan Anayasa’nın 127. maddesine, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na ve AB vizyonuna uygun olması, diğer taraftan ülkemizin içinde bulunduğu hassas koşulları gözönünde bulundurmasına özen gösterilmiştir.”

“Tasarı gerek hazırlık aşamasında, gerekse TBMM’da yapılan görüşmeler sırasında yeterince tartışılmıştır. Uzun yıllardan beri hayata geçirilememiş bir değişimin kolayca başarılması zaten düşünülemezdi. Hükümetimizce sürecin devamı boyunca ortaya konulan eleştirilerden içtenlikle ve azami ölçüde yararlanılmıştır. Bununla birlikte kamuoyunda yapılan tartışmalar sırasında konunun zaman zaman özünden saptırılarak, hiçbir gerçekliğe dayanmayan kuşkular uyandırılmaya çalışıldığı da bilinmektedir.”

“Nitekim 16.10.2003 tarihinde Genelkurmay Başkanlığında yapılan ve gün boyunca süren ortak çalışma toplantısı sonucunda, TSK’nın tasarıdan istisna tutulması ve milli eğitim hizmetlerinin merkezi idarenin uhdesinde kalmaya devam etmesi yönündeki öneriler başta olmak üzere yapılması istenen değişiklikler büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.”

“Bazı Batılı ülkelerde olduğu gibi yerel yönetim meclisleri güvenlikten sorumlu olma veya yerel vergi koyma gibi yetkilerle donatılmamıştır.”

“Hükümetimizin ülkemizin bölünmez bütünlüğü konusundaki tutumu çok nettir… Sonuç olarak tasarıda üniter devlet yapısı ve idarenin bütünlüğüne ilişkin risk unsurları barındıran hiçbir hükme yer verilmemiştir. Aksini düşünmek yalnızca Hükümetimize değil, Ulusal Kurtuluş Savaşını yönetmiş yüce Meclisimize karşı da bir haksızlık olacaktır. Ulusal bağımsızlığımızın, birlik ve bütünlüğümüzün güvencisi olan Silahlı Kuvvetlerimizin de halkımızın hak ettiği çağdaş kamu yönetimine kavuşmasını arzu etmekten başka bir düşüncesinin olamayacağına inanıyorum.”

Erdoğan’ın mektubundan ortaya çıkan sonuçlar;

– Demek, bu “yerli ve milli” bir proje değilmiş…

– Demek, TSK da yasa kapsamına alınacakmış, ama Genelkurmay’ın itirazları üzerine alınmamış…

– Demek, Genelkurmay karşı çıkmasa milli eğitim de yerel yönetimlere devredilecekmiş…

– Demek, işin ucunda “yerel yönetimlere özerklik şartına” uyum varmış…

– Demek, ulusal bağımsızlığımızın, birlik ve bütünlüğümüzün güvencesi olan TSK, bir gecede Gazi Meclis’imiz de dışlanarak dönüştürülüp, idarenin bütünlüğü riske sokulabiliyormuş…

Süreçle ilgili daha anlatacak çok şey var; Dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’in, “Ülkenin üniter ve milli yapısını zedeler” şeklindeki veto gerekçesi… Veto yüzünden yürürlüğe giremese de sonradan diğer kanunlarda yapılan değişikliklerle “o reformların” adım adım hayata geçirilmesi, Dinçer’in ifadesiyle, “Taşların yerinden oynaması ve zaman içinde sürecin devam edebileceği umudunun doğması”… Yine Dinçer’in ifadesiyle, “2010 yılından itibaren BDP ve Kürt politikacıların ‘demokratik özerklik’ taleplerinin dikkatlerin yeniden bu projeye çevrilmesini” sağlaması gibi…

Ama Dinçer’in birbiriyle çelişkili şu satırların altını mutlaka çizmemiz gerekiyor:

“Bu reform yapılsa, demokratik özerklik taleplerinin önü kesilmiş olacaktı. Bugünlerde aynı reform projesi gündeme taşınsa bile yükseltilen hedefler nedeniyle en azından muhataplarını tatmin etmeyecektir… Kamu yönetimi projesi yerel özerkliği değil, yerel yönetimlerin özerkliğini sağlamaya çalıştı. Gerçekte kamu yönetimi reformu tam da AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartına uygun bir düzenlemeydi. Bu şartın Türkiye’nin çekince koyduğu bazı maddeleri dahil birçok hükmü mahalle idarelerle ilgili yapılan yeni düzenlemelerle yürürlüğe konulmuştu.”

Değerlendirme ve sonuç bölümündeki şu yorumunun da:

“İçinde bulunulan safhaya bakarak, bir geçiş dönemi yaşandığı vurgulanmalıdır. Yeni dönem yeni anlayış ve kurumları ile tam olarak oluşmamış olsa da gelecekteki Yeni Türkiye’nin temel çizgileri belirginleşmeye başlamıştır… Ülkemizin yeniden bir yol ayrımına geldiği görülmektedir. Gelinen bu kritik aşamada önümüzde iki yol görünmektedir. Reformlardan vazgeçmek veya demokratik sağlamlaştırma… Birincisi geçmiş alışkanlıklarına geri dönmek ve son 12 yılda sağlanan kazanımları birer birer yitirmektir. İkinci yol ise reform tecrübesini yeni bir reform iradesiyle birleştirmek, dönüşüm sürecini konsolide etmek ve eksikleri gidererek geleceği yürümektir.”

Artık toparlayalım:

Ergenekon ve Balyoz kumpaslarıyla TSK üzerinde “demokratik sağlamlaştırma” yapıldığına,

Darbe sonrası “reformlarla” da bu “dönüşüm süreci konsolide edildiğine” göre, sırada ne var, anladık mı ve tehlikenin farkında mıyız?

Müyesser YILDIZ

5 Ağustos 2016

Odatv Link: https://odatv4.com/yazar/muyesser-yildiz/sirada-ne-var-anladik-mi-ve-tehlikenin-farkinda-miyiz-0508161200.html

Kategori:Uncategorized