Gazeteci Müyesser Yıldız’ın, bayram nedeniyle gerçekleştirilen açık görüşte yakınlarına dikte ettirdiği mektup aşağıdadır:
Eşimi, oğlumu bayram namazına gönderip, tilkilerimi beslemeye koşturamadım… Kimseye kahvaltı hazırlayamadım… Kahvaltı için, vazgeçtim fırından yeni çıkmış çıtır çıtırını, bayat simit getiren de olmadı…
Ya ne yaptım, önce bol bol beddua ettim… Bilgisayar tuşlarına basıp, insanlara komplo düzenleyen o parmakların birer birer dökülmesini diledim. Kaç kişidir bu pislikleri yapanlar, bilmiyorum ama sadece tuşlara basan parmakların yetmeyeceğini biliyorum. Onların yakınlarının da, bu işi yaptıranların da parmaklarının birer suç aleti olarak dökülüp, teşhir edilmesi gerekiyor ki, adalet yerini bulsun!..
Kınamayın dostlar; “Bir bayram günü böyle dilek, böyle beddua olur mu?” demeyin!.. İsyanım Silivri’de olmama değil, adaletsizliğe, adaletten umudu kestirenlere…
Bol bol düşündüm bayram sabahı… Önce Deniz Feneri savcılarının görevden alınmasını… Ve geçtim beni görmezden gelenleri, dostum bildiğim meslektaşlarımın bile şu yaman çelişkiyi görmezden gelmesini, dillendirmemesini…
Deniz Feneri Savcıları “ yapılmamış ” bir itiraz gerekçe gösterilerek önce soruşturuldu, ardından görevden alındı.
Neden kimsenin aklına benim “Savcım” Zekeriya Öz gelmedi. Onun hakkında dava açmıştım. Beni gözaltına alıp, tutuklattı. Feryat ettim, ama HSYK hiç duymadı. Evet bir süre sonra “ Ergenekon” soruşturmasından alındı, ama terfi ettirildi. Arkasından Cumhurbaşkanından, Başbakanına herkes ona methiyeler dizdi. Çok önemli görevler yaptığını anlata anlata bitiremediler, hatta onu “ milli kahraman” ilân edenler oldu!..
Neticede ben Silivri’deyim… O yeni makamında… Açtığım dava, yaptıkları kanun değişikliği sebebiyle artık devlet aleyhine açılmış sayılsa da devam ediyor. Son duruşmada, “ Davalılarımı kanun değiştirerek kurtardılar. Acaba ilâhi adaletten kurtulmak için hangi kanunu değiştirecekler?” diye isyan etmiştim.
Silivri’deki ilk bayram sabahında bir kez daha isyan ettim; “ Neden hiçbir gazeteci bu tabloyu dillendirmedi” diye!..
Şunu da düşündüm; Adalet Bakanlığı, TGS’ye tutuklu gazetecilerin, gazetecilik faaliyetlerinden değil, “ terörist faaliyetlerden” cezaevinde olduğunu bildirdi . Buna karşılık Başbakan Erdoğan, Deniz Feneri’nin Somali’deki faaliyetlerini övdü!..
Bu tablodan adalet çıkar mı?
Deniz Feneri ile ilgili düşüncelerim devam etti… Bunları anlatmadan önce Hasdal’dakilerin, Silivri’dekilerin hepsinde olan ruh haline değinmek istiyorum… Hepimizin “ ölüm mü, ayrılık mı zor ” mukayesesi yaptığını biliyorum, duyuyorum. Ayrılık daha ağır geliyor, özellikle bizden ziyade Silivri’yi arşınlayan yakınlarımızın yaşadıklarını düşündükçe… Mesela ben 6 aydır Silivri’deyim. Ölmüş olsam, kabullenme başlayacak, herkes yavaş yavaş normal hayatına dönecekti. Şimdi öyle mi; Her ziyaret yeni bir ızdırap, bizsiz yedikleri her lokma haram!… Bunu bilmek, görmek ise en büyük zulüm.
Ayrılık, ölümden zor ise, ölüm günümü değil, ama ayrılık günümü bilmek isterdim.
Mesela Başbakan Erdoğan, cezaevine gireceği günü biliyordu. Tüm işlerini bitirdi, eşine-dostuna veda etti… Akşamında tüm ailesini topladı, beraber yemek yediler. Hatta radyo programına bağlanıp, demeç verdi … Danışmanlarının kaleme aldığı “ Bir Liderin Doğuşu” kitabında böyle yazıyor… Ne güzel bir ayrılık!..
Ya Deniz Feneri’nde gözaltına alınan sunucu Uğur Aslan?.. Gerçi o gözaltına alınacağını bilmiyordu, ama İstanbul’dan, Ankara’ya güle oynaya, hayranlarıyla fotoğraf çektire çektire gitti. Dahası uçakta eşinin yanına oturmasına, birlikte yolculuk yapmalarına göz yummuş İstanbul polisi…
Bir onların son gecesini, son gününü düşündüm, bir de kendiminkini… Hatırlayamıyorum ki!.. Sadece Alzahimer olan anneme yemek yedirdiğimi, altını değiştirip, onu yatırdığımı biliyorum. O gün çok hırçındı, canımı yakmıştı, öpmemiş, seni seviyorum dememiştim. Eşime, oğluma yemek bile hazırlamadan yorgun argın kendimi yatağa attım herhalde. Onları kırdım mı, üzdüm mü, büyük ihtimalle öyledir… Ve ertesi sabah evim basıldı. Akşama kadar arama… Emniyete götürürlerken, “ anneme bir uğrasam, son kez görsem, öpsem” dediğimi biliyorum polislere. Duymadılar bile!..
Sincan Cezaevi’ndeki Deniz Feneri sanıklarını ziyaret eden bazı gazeteci arkadaşlar, bu insanların 3 yıl geçtikten sonra niye tutuklandıklarını anlayamadıklarını belirtip, “ 12 Eylül’ün ( bir sağdan, bir soldan) adaleti mi, eşitliği mi?.. Kamuoyunda ses getiren başka davaların karşısına sırf terazi eşitlensin diye Mustafa Çelik, Zahit Akman, Zekeriya Kahraman mı konuldu?” sorusunu sordular.
Kastedilen bizdik; gazetecilere karşılık gazeteciler!..
Bu satırları okuyunca; son operasyonda kuryelik yaptığı iddiasıyla gözaltına alınan, Almanya’daki davadan tutuklu Mehmet Gürhan’ın eşi Nurgül Gürhan’a daha bir dikkat kesildim. İddiaları doğru ise tek tutuklu bayan gazeteci benim ya, bana karşılık Nurgül Hanımın da tutuklanması gerekir diye düşündüm. Ama öyle olmadı, 4 günlük gözaltından sonra serbest bırakıldı. İyi ki de öyle oldu; Hem ahlâki, vicdani, insani açıdan, hem de birilerinin önyargıları bir kez daha ortaya döküldüğü için!..
PKK ile ilgili açıklamaları artık İçişleri Bakanlığı’nın yapmasını da düşündüm… PKK yerine bölücü terör örgütü-BTÖ diyorlarmış. “Ergenekon Terör Örgütü” nü çağrıştırsın, onu dengelesin ve daha muhkem hale getirsin diye mi acaba? Hemen ardından “ İnternet Andıcı” davası klasörlerinde yer alan bir belge ile ilgili haber aklıma geldi. Eğer doğruysa, 2006’da dönemin 2. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız, Başbakan Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in suç işlediğini, İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırma şartlarının oluştuğunu söyleyip, “ Talep, hukuk dışı bir uygulama değildir. Hoşgörü devam edecek olursa,terör örgütü faaliyetlerini şehre taşıyacaktır” demiş. Başbakan Erdoğan şu cevabı vermiş:
“ İki kez cenazenin belediye araçlarıyla taşınması mahkemeye intikal etti. Ancak Mahkeme onların lehinde karar verdi. Mahkemenin görevden alması farklı bir şey, bizim görevden almamız farklı bir şey. Bizim görevden almamız yanlış anlaşılır.”
Söyleyecek çok şey var ama yutkunup sadece diyorum ki;
Birileri, bizler sorgusuz-sualsiz kulağımızdan tutulup içeri atılıyoruz. Başkaları için illa “ mahkeme kararı” bekleniyor. Hani mahkeme, hangi karar? T.C. sınırları içinde, Diyarbakır’da, KCK davası görülemiyor da, savcı davanın başka bir şehre alınmasını istiyor… Demek ki birilerinin gücü sadece bize yetiyor; “ ETÖ ” sanal bir örgüt, öbürü ise “ kanlı canlı “ bir terör örgütü olduğundan mıdır?
İşte Silivri’de bir bayram sabahı böyle geçti!..
Müyesser YILDIZ
30 Ağustos 2011