İçeriğe geç

Bir Avukata, Eşcinsele, Nikahsız Yaşayana Saldırı Olursa!..

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın, geçen Cuma hutbesinde koronavirüs salgınını anlatırken, “İslâm zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir. Yılda yüzbinlerce insan, gayrimeşru ve nikahsız hayatın İslâmi literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HIV virüsüne maruz kalıyor” dedi. Bazı sivil toplum örgütleri ve Barolar, Diyanet İşleri Başkanı’na tepki gösterdi. Karşılıklı davalar açıldı. Ancak Erdoğan’ın konuyla ilgili dünkü açıklamasıyla, tartışma bambaşka bir boyuta ulaştı.

İsmi lâzım değil, iktidarı destekleyen bir yazarın bugün beni dehşete düşüren, “Sokakta, gördüğünüz her yerde yüzlerine tükürün” başlıklı yazısından başlayayım.

Ankara Barosu’nun açıklaması için, “Ebu Gureyb’i yönetenlerin İslâm nefreti ile bunlarınki aynı. Öyle bir sapkınlık işte” diyor. Ebu Gureyb’i yöneten ABD’lilerdi. Peki bu ABD Irak’ı işgâl ettiğinde, o Amerikan askerlerin sağ-salim evlerine dönmesi için dua eden kimdi?

“O bildiri ile, Danimarkalı Jyllands-Posten adlı gazetenin Hz. Muhammed’e hakaret eden 12 karikatüründen hiç farkı yok. Aynı öfke, aynı nefret, aynı kötülük” benzetmesi de var. Peki, o rezil karikatürlere rağmen Obama ve Merkel’i kırmamak için dönemin Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasına onay verenleri hatırlıyor musunuz?

Sadece Ankara Barosu’nu değil, Türk Tabipleri Birliği’ni de hedef gösteren yazı şu satırlarla sona eriyor:

“O bildiri hiç unutulmayacak. Bu millet, bu topraklar, bu sözleri onlara yedirecek. Millete sövmenin, hakaretler etmenin bir ayrıcalık olmadığını göreceksiniz. Ankara Barosu yönetimine, o bildiriyi kaleme alanlara, yayınlayanlara, talimatını verenlere karşı binlerce, yüz binlerce hakaret ve tazminat davaları açın. Bu bildiriyi yazıp yayınlayanlara karşı; terörden, organize suçtan, milleti kışkırtmaktan, bölücülükten, inançlara saldırıdan, toplumsal infial çıkarmaya teşebbüsten soruşturmalar açılmalı. O avukatların, avukatlık ruhsatları da iptal edilmeli. Bunların hiçbirisi mi olmadı. Sokakta, gördüğünüz yerde, yüzlerine tükürün.”

-ABD-AB İslâm’a Saldırırken Neler Oldu?-

Diyanet İşleri Başkanlığı ve Ankara Barosu karşılıklı dava açmışken, konu birden bire “Devlet meselesi” haline geldi.

TBMM Başkanı, Bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar peş peşe kınama mesajları yayınladı. Nihayetinde “Devletin başı” olan Erdoğan da bir açıklama yaptı. Başkan Ali Erbaş’ın söylediklerinin sonuna kadar doğru olduğunu belirtip, “Elbette Diyanet İşleri Başkanımızın sözleri sadece kendini Müslüman olarak tanımlayan, İslâm dairesinde gören kişiler için bağlayıcıdır” dedi. Ankara Barosu’na, “Haddini bilecek” dedi. Ardından şöyle konuştu:

“Diyanet İşleri Başkanımızın görüşlerine karşı kullanılan üslup, konu ve şahıs boyutunu aşıp, doğrudan İslam’a yönelen kasıtlı bir saldırı hâline almıştır. Zira Diyanet İşleri Başkanımıza yapılan saldırı devlete yapılan saldırıdır.”

Bu sözleri duyunca, maalesef neleri hatırladım biliyor musunuz?

2004’te, “Zina Türkiye’nin iç meselesidir. AB’nin buna müdahale etmeye hakkı yok. AB bizim için olmazsa olmaz değil. AK Parti olarak muhafazakârlığımızın gereği, aile kurumunun sağlam tutulmasıdır, aile kurumumuzun güvence altına alınmasıdır” denildiği halde Brüksel’den gelen ültimatomlar üzerine “zina”nın suç kapsamına alınmasından vazgeçilmesini…

2005’te ABD Büyükelçisi Eric Edelman’ın, Cuma hutbelerinde “Allah indinde yegâne din İslâm’dır” ayeti okunduğu için dönemin Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanını nezaketten yoksun bir mektupla uyarmasını… AB Büyükelçisi Kretchmer’in de Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’ndan, “Laik bir kurum nasıl olur da ‘İslâm yegâne hak dindir’ diyebilir?” sözleriyle hesap sormasını ve bundan sonra uzun süre o ayetin okunmamasını…

“Düşman icat etmeyin. Biz inancımızdan eminiz” denilerek misyonerliğin, “Aman kilise açıldı, memleket elden gitti. Bir yere gitmez. Siz çocuklarınıza aşı yaparsanız, salgın hastalıktan korkmazsınız” denilerek kaçak apartman kiliselerin serbest bırakılmasını…

AB istediği için nüfuz cüzdanlarından din hanesinin kaldırılmasını…

-İftar Programları Olsa Kimler Çağrılacaktı?-

Erdoğan hem AKP Genel Başkanı hem Cumhurbaşkanı.

AKP Genel Başkanı olarak o görüşleri savunabilir mi? Elbette. Ya Anayasa’ya göre, halen “Laik” olan bir devletin, yani eşcinsellerin, nikahsız yaşayanların, avukatların da içinde olduğu 83 milyonun başı sıfatıyla, bu tartışmada taraf tutabilir mi?

Kaldı ki, AKP Programında da şunlar yazmıyor mu?

“Hiçbir bireysel ve kurumsal baskı kabul edilemez. Bir toplumdaki en önemli güven unsuru, toplum içinde yaşayan bireylerin kendi hak ve özgürlüklerine saygı duyulduğuna olan inançlarıdır… Farklılıklar birer zenginlik olarak görülecektir. Partimiz, dini insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır. Esasen laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını, ancak inançsız insanların da hayatlarını tanzim etmelerini sağlar. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir… Dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya dini kullanarak, farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak kabul edilemez.”

Nitekim öyle olduğu içindir ki, Erdoğan sık sık, “Herkesin yaşam tarzı, giyimi kuşamı, yeme içmesi, inancı, ibadet özgürlüğü, ifade özgürlüğü bizim teminatımız altındadır. Biz ne bunlara müdahale ettik, ne müdahale edilmesine müsaade ettik” dedi…

Öyle olduğu içindir ki resepsiyonlara, iftar programlarına “hayat arkadaşı” ile yaşayan sanatçılar, Bülent Ersoy, Cemil İpekçi gibi isimler davet edildi.

Koronavirüs nedeniyle iftar programları iptal edilmese, muhtemeldir ki, Erdoğan’ın masasında bu isimleri büyük ihtimalle yine görecektik, değil mi?

Sözkonusu tartışmada taraf olmak, tüm bu “Yaşam farklılıklarının teminatı olma, çeşitlililikleri kucaklama” anlayışını terk etmek diye değerlendirilmez mi?

-Ya “İslâm’ın Güncellenmesi Gerekiyor” Sözü?-

Bir başka hatırlatma.

Resmen Başkanlık sistemine geçilecek olan Haziran 2018’deki seçimlerden 3 ay önce bazı ilâhiyatçıların kadınlara yönelik açıklamalarını eleştirirken, şunları söyleyen Erdoğan değil miydi?

“Bunlar bu asırda yaşamıyorlar, çok farklı bir dünyada yaşıyorlar. Çünkü İslâm’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. İslâm’ın hükümlerinin güncellenmesi var. Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız. Beni birçok hocaefendi tefe koyacak o ayrı mesele. Rabbim bizi tefe koymasın.”

Bu sözlerine hemen ertesi gün, “Ben Diyanet İşleri Başkanı değilim, Cumhurbaşkanıyım” vurgusuyla, “Dinimiz İslâm ve kitabımız Kur’an-ı Kerim, Rabbimizin emri gereği kıyamete kadar caridir. Değişimi inkâr etmek, kafasını kuma gömen deve kuşu misali kendi kendini kandırmak demektir. Elbette asla değişmeyen ve değişmeyecek olan kurallar da ilkeler de vardır. Mesela İslâm’ın son din olduğu, asla değişmeyecek bir hakikattir. Bununla kimse oynayamaz. Allah’ın, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bize açıkça ifade ettiği hükümler yani naslar asla değişmemiştir, değişmeyecek. Biz dinde reform aramıyoruz. Haddimize mi?” diye açıklık getirdi, o ayrı.

-Son Seçim Beyannamesindeki Vaatler-

2018 demişken, Başkanlık seçimi öncesi yayınlanan beyannameden de bazı satırlar aktaralım. Bu beyannamenin bir özelliği vardı, ilk kez “din ve devlet ilişkisi” başlıklı bir bölüme yer verildi ve şunlar vurgulandı:

– Haklar ve özgürlükler alanında bir çok adım attık ve temel reformları hayata geçirdik. Toplumun kendi değer ve inançlarını yaşayabilmesini, farklı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini garanti altına aldık.

– Zihniyet dönüşümü ve etkin bir uygulamayla, farklılıklarımızı çatışma konusu değil, zenginlik olarak gören anlayışımızı hayatın her alanında hakim kılacağız. Topluma kimlik ve yaşam tarzı dayatılmasının karşısında olmaya devam edeceğiz. Bütün vatandaşlarımızın özgür fertler olarak güven içinde yaşadığı, geleceğe umutla baktığı, birinci sınıf olarak kabul edildiği ve muamele gördüğü bir ortamı tesis etmeyi sürdüreceğiz.Toplumdaki her bireyin yaşam tarzına gösterdiğimiz saygıyı, bundan sonra da özenle devam ettireceğiz.

– AK Parti laikliği; dini özgürlüklerin ve farklı hayat tarzlarının, hukuk devletinin teminatı altına alınması ve devletin bütün inanç gruplarına eşit mesafede durması olarak kabul eder. Devlet, herhangi bir inancı veya ideolojiyi öteki inançlara dayatmayacağı gibi, insanların inançlarına ve ideolojilerine de doğrudan müdahale edemez.

– Güvenlik bizim için sadece asayişin sağlanması değil, vatandaşımızın ruhen ve bedenen kendisini güvende hissedeceği sağlıklı bir toplumsal ortamın oluşturulması anlamına gelmektedir.

Bunu da geçtik.

Sadece 4 gün önce 24 Nisan sebebiyle Türkiye Ermenileri Patriği Maşalyan’a gönderdiği mektupta, “Ne surette olursa olsun tek bir vatandaşımızın dahi ötekileştirilmesine, inancından ve kimliğinden dolayı farklı muamele görmesine asla izin vermedik, vermeyeceğiz” diyen de Erdoğan değil miydi ki, dava konusu olmuş bir olayı şu boyutlara taşıdı:

“Salgın sonrası Türkiye’nin en büyük kazançlarından birisinin de ülkeye ve millete hiçbir faydası ve katkısı bulunmayan, hiçbir eser ortaya koymamış yalancı, iftiracı siyaset anlayışının tamamen tasfiyesi olacağına inanıyorum. Türkiye bu zihniyetten arınma aşamasına gelmiştir. Önümüzdeki dönemde tüm dünya ile beraber ülkemizde de özellikle siyaset alanında yeni bir dönemin kapıları aralanacaktır.”

15 Temmuz darbe teşebbüsünden “Allah’ın lütfu” olarak Başkanlık sistemi çıktı…

Erdoğan’ın sadece 6 ay önce yapılan 6’ıncı Din Şurası’nda, “Din kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşer. Bunun için İslâm bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine, dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz” dediğini hatırlıyor musunuz?

İşte sanki bu olayda da o “menzil” için büyük bir adım atılıyor gibi…

Öncelikli sorum ise şu:

Tepeden tırnağa sertleşen, keskinleşen, hedef gösteren bu dilden sonra “meczub”un birisi, “Başımıza gelenlerin sebebi sensin” düşüncesiyle, bir avukata, eşcinsele veya nikâhsız yaşayana saldırırsa, sorumlusu kim olacak?.. Bu insanlar kendilerini nasıl güvende hissedecek ve onların güvenliklerini kim sağlayacak?..

Silivri’deki Barış’lara, Hülya Kılınç’a ve Murat Ağırel’e kucak dolusu sevgiler.

Müyesser YILDIZ

28 Nisan 2020

Odatv Link: https://odatv4.com/yazar/muyesser-yildiz/akp-kendi-programinda-yazilanlari-unuttu-mu-28042027.html

Kategori:Uncategorized