“ Kemalizm”den en çok İngilizler nefret etti, bugün de Kemalizm düşmanlığının öncülüğünü onlar yapıyor. Neden? Milli Mücadele’nin tüm hesaplarını bozması; ancak ondan önemlisi “Milliyetçi liderlerin, İngilizlere duyduğu kinin azalmaması.”!… Bu son cümle, 1920 tarihli ABD belgelerinden…
AKP iktidarıyla birlikte hızlanan AB süreciyle birlikte önce: “Kemalizm’den vazgeçin.” demeye başladılar, nihayet 12 Ekim 2011 tarihli AB ilerleme raporunda: “Atatürk’ü korumaktan vazgecin.” diyerek asırlık kinlerini resmileştirdiler.
Hadi onların kinini anlıyoruz; ya bizimkilere ne oluyor? Atatürk ideolojisine “safra” diyeni mi ararsınız, “Kemalizm diye bir şey yok; o darbecilerin uydurması… Atatürk’ün ölümünden sonra ortaya çıktı” vs. diyeni mi? Devletin tepesince de gözden çıkarıldı ya nasılsa, önüne gelen sallıyor!…
En çok da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın tavrına bozuldum . Doğuş Üniversitesi’ndeki Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu’nda konuşurken: “Laikliğin yeni yorumuna ihtiyaç var.” demesi üzerinde durdu herkes. Oysa bunu daha Meclis Başkanı’yken söylemiş, hatta Erdoğan’dan: “Zamanı var.” mealinde bir fırça yemişti. Orada verdiği örnektir bence önemli olan. Atatürk’ün portresini işaret edip: “O fotoğraf orada kaldığı müddetçe aynı istikamete bakacak. Ama toplumlar duvardaki bir portre değil.” demiş. İşte Atatürk’e verilen paye(!): “duvardaki portre”. İndirilebilir, depoya atılabalir, her neyse!… Hatırlarsanız kısa bir süre önce bunları da göreceğimizi yazmıştım.
Türkiye’yi kavramlarla iğfale alıştılar ya, bu meselede de aynı tezgah işliyor. Neresini düzelteceksin ki?
“Kemalizm” dün veya Atatürk’ün ölümünden sonra icat edilmiş bir şey değildir: açın bakın ta 1920’lerde bizzat emperyalistler, Milli Mücadele’yi yürüten kadrolara “Kemalistler” diyordu.
Bakın, Hitler faşizminden kaçıp Türkiye’ye gelen Prof. Ernest Hirş anılarında neler anlatıyor. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nce 1937 ve sonrasında basılmış “Resimlerle Türkiye” başlıklı eserin önsözünde şunlar yazıyormuş: “Kemalizm, Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik inancıdır. Bu inancın dünyevi işleri kavrayışı Avrupalıdır; ama temeli Türk’tür. Kemalizm bir yandan Türk milletinin tarihinde bir yeniden doğuş; öte yandan da kültür tarihinin, çağımız ve zamanımız şartları açısından bir eleştirisidir. Kemalizm, yeni doğmuş bir ülkenin taptaze bir inancı ve taze bir hayati görevi olduğundan, Avrupa’nın hala bir çözüme kavuşamamış olan tartışmalı sanayi sorunlarına bakarak kendine göre bir tercih yapmış ve derhal onu gerçekleştirmeye geçmiştir.”
Bu derginin Fransızca ve İngilizcesi de yayımlanıyormuş ve adı da şuymuş: “La Turque Kemaliste”…
X X X X X X X X
Tam bağımsızlık, egemenlik, onur, Türklük demek olan Atatürk ideolojisini, “Türklüğü etnik milliyetçilik sayıyor” iddiasıyla onu tehlikeli gören ve “küreselleşen dünyada haçlılara dayanmadan ayakta duramayacağımızı” savunan “İslam şampiyonlarına” anlatamayacağımıza göre, şu “Atatürk’ü koruma” meselesine geçelim. Demokrat Parti’nin her şeyini sahiplenenler bunu niye sahiplenmez ki? Evet, bu kanun DP’nin çıkardığı bir kanundur. Neden ve nasıl olmuştur; yine bizzat kanun hazırlık çalışmalarına katkıda bulunan Prof Ernest Hirş’e müracaat edelim de birileri öğrensin bari!… İşte Hirş’in kaleminden gerçekler:
“Altı ilke 1937’de Anayasa’ya girdi. Anayasanın 2. maddesinden bu özellikler DP iktidarınca rahatlıkla çıkarılabilirdi; ama DP’nin önde gelen politikacıları, kendilerinin de Kemalist ve Atatürk’ün eserine bağlı olduklarını vurguladılar. Yeni hükümetin işbaşına gelmesinin hemen ardından bir kararname çıkardı. Bu, Aralık 1950’de çıkarılan ikinci bir kararnameyle vurgulanarak daha da açıklık kazandı.Bakanlar Kurulu’nun bu kararlarında, devlet daireleri ve makam odalarında bundan böyle sadece ‘Büyük Atatürk’ün resminin asılabileceği ve o güne kadar olduğu gibi, başka şahsiyetlerin resimlerinin asılamayacağı’ da yer alıyordu.
Ama hükümetin bu talimatı, fanatik bir tarikatın üyelerini ülke çapındaki Atatürk heykellerini ve anıtlarını kirletmekten, kırmaktan, parçalamaktan ve Atatürk’e açıkça sözle ve yazıyla hakaretten alıkoymadı.
Bu saldırılar karşısında halkın duyduğu ve özellikle günlük basında ifadesini bulan nefret ve öfke ve bu konudaki caydırıcı cezaların çok düşük olması, hükümetin o türden eylemleri ve bunların kışkırtılmasını ağır cezalarla tehdit eden bir kanun tasarısı hazırlamasına sebep oldu. Kanun tasarısının başlığı ‘Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’ idi ve genellikle Atatürk Kanunu adıyla anılmaktadıydı.”
Evet böyle bir tasarı hazırlanır; ancak özellikle DP’den çok sayıda milletvekili buna karşı çıkar. Hirş’in ifadesiyle: “Bu kimseler o tarikata ve bunların saldırılarına besledikleri sempatiyi birtakım Anayasal endişelerin arkasına gizelmeye çalışırlar.”. Nedir o “Anayasal endişeler”? O sırada yürürlükte olan 1924 Anayasası’nın 69. maddesi, tek tek kişilerin lehine çıkarılacak her türlü özel kanunu açık bir dille yasaklamaktadır.
Ancak hükümet, kanunu mutlaka çıkarmak istemekte, kendi safından gelen şiddetli muhalefet karşısında da başarısızlığa uğramaktan korkmaktadır.Tasarı, 7 Mayıs 1951’de Genel Kurul’daki fırtınalı görüşmeler sonucunda 141’e karşı 146 oyla komisyona geri gönderilmiştir. İktidar, “hukuki kılıf giydirilen itirazları bertaraf edebilecek bir hukuki gerekçe” aramaktadır. İşte bu aşamada hükümete yakınlığıyla bilinen bir milletvekili, yukarıdan aldığı emirle Prof.Hirş’e gider ve bu “hukuki problem”le ilgili ondan uzman olarak bilimsel görüşünü ister. Prof.Hirş, şu cevabı verir:
“Anayasa, başka şeylerin yanısıra, bir şahsa imtiyazların tanınmasına imkan sağlayacak yasaların çıkarılmasını yasaklamaktadır. Buradaki (şahıs) deyimi, (gerçek kişi); yani insan anlamına gelmektedir. Kanunun 27. maddesine göre, insanın şahsiyeti doğumun tamamlanmasından itibaren hayatla başlar ve ölümle sona bulur. Atatürk adında bir şahıs, hukuki anlamda artık mevcut değildir. Dolayısıyla ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olamaz. Söz konusu tasarıda, ceza hukuku normlarıyla korunması öngörülen hukuki varlık ve şahıs olarak Atatürk değildir. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk Milleti’nde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusudur. İşte ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu; yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlardır.”
Prof. Hirş’in bu görüşünden sonra iktidar tasarıdaki ceza maddesini daha doğru bir şekilde ifade edip “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse; Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimse cezalandırılır.” der. Yasa bu şekliyle 25 Temmuz 1951’de kabul edilir, 31 Temmuz’da da Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe girer.
Prof. Hirş’e göre kanunun sadece adında yanlışlık vardır; o yanlışlık değiştirilmemiştir. Hirş: “Yasadan umulan caydırıcı etki de hemen kendini gösterdi. Böylece bu olağanüstü şahsiyetin anısını koruma konusunda ben de karınca kararınca bir katkıda bulunabilmiştim.” diyecektir gururla.
İşte o “olağanüstü şahsiyete” olan bitmeyen kinin sahipleri ve onların torunlarının tarihçesi… Prof. Hirş, Türk vatandaşlığına alındığında o kadar mutludur ki, dudaklarından: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü dökülür… Oğluna Enver Tandoğan adını verir… Atatürk’e düşman kesilenlerin gerçekte Türklük’ten nefret eden ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyemeyenler olması, elbette ki tesadüf değil!…
Kişiye özel Anayasa değişikliği ile Başbakan oldular… Şimdi bizzat “kişiye özel Anayasa” yapıyorlar… Tabii onların da “korunmaya” ihtiyacı var!..
Silivri’den kucak dolusu sevgiler…
Müyesser YILDIZ
15 Ekim 2011