Defalarca iddianamelerdeki yanlışlık ve eksikliklere dikkat çektik…
Gizli tanıklar, tanıklar ve itirafçıların, “Duymuştum, öyle söyleniyordu” şeklindeki anlatımlarını paylaştık…
Görevdeki bir asker tanığın, “Ben Menzil tarikatındanım” dediğini ve bunun mahkeme tutanağına geçtiğini yazdık…
Bir başka tanığın, tanımadığı bir sanık ayağa kalkınca, “Senin de mi adını vermişim?” şaşkınlığı yaşadığını aktardık…
Bir savcının, cezaevindeki tanığı ziyaret edip, ifadesini nasıl değiştirttiğine ilişkin iddiaları gündeme getirdik…
İddianameler üzerinden insanlar hakkında gazete manşetleriyle hüküm verilmesini eleştirdik…
“Delil” sayılan kriterlerin, neden bazıları için geçerli olmadığını sorguladık…
Çünkü “FETÖ” ve darbe davaları çok önemliydi… Sulandırılmamalı, bulandırılmamalıydı… Usul ya da esasa dair her bir hatanın, ileride bu davaların içinin boşaltılmasına yaramasından endişe duyuyorduk ve olur olmaz ihbarlarla çuvalın büyütülmesinin kimleri sevindirdiğini görüyorduk…
Yaprak kıpırdamadığı, yanlışlıklar silsilesi devam ettiği gibi, eleştirildik, tepki aldık!..
Aktardıklarımız; Gördüğümüz, bildiğimiz, duyup doğrulattığımız örneklerdi.
Şimdi de bir mahkeme kararını paylaşalım.
Davanın geçtiği yer, kararı veren mahkeme önemli değil. “FETÖ yöneticiliği ve üyeliğinden” açılmış, 110 sanıklı bir dava. Kimi tutuklu, kimi tutuksuzdu. Mayıs ayında sonuçlanan davada, kimi beraat etti, kimi cezaya çarptırıldı. Bu detayları da geçelim.
Mahkemenin 2 bin sayfalık gerekçeli kararı geçtiğimiz günlerde açıklandı. Özelliği mi? Kararda, sadece sanıklar değil, iddianame ve tanıklar da öyle bir “yargılandı” ki, inanamazsınız!..
-Hüseyin Gülerce ve Nurettin Veren Yargılanıyor mu?-
Kararda, “Delillerin değerlendirilmesi ve gerekçe” başlıklı bir bölüme yer verildi. Burada öncelikle “örgüt üyeliğinin” kapsam ve sınırı analiz edilip, “FETÖ”nün 17/25 Aralık’a kadar kriminalize olmamaya özen gösterdiği, hatta Ergenekon davaları sürecinde darbeci zihniyetle mücadele ettikleri imajı oluşturmaya çalıştığına, bu nedenle davaların seyrinde 17/25 Aralık’ın mihenk alındığına dikkat çekildikten sonra şöyle denildi:
“Türkçe Olimpiyatları, dershaneler, okullar, yurtlar açılması gibi faaliyetler ile Türkiye toplumunun büyük çoğunluğuna ulaşan bu yapı ile irtibata geçmiş kişilerin cezai sorumluluklarının tespiti, yapılan yargılamaların nihai hedefidir ve hüküm her türlü şüpheden uzak kesinliğe bina edilmek zorundadır. Kişilerin, en azından darbeye kadar artık FETÖ’ye dönüşmüş PDY ile irtibatını gösterecek delillerin var olması ve o deliller ışığında karar verilmesi en isabetlisi olacaktır. Hasbelkader temas eden kişilerin cezalandırılması, arada masumların yandığı hususu dikkate alınmazsa, gayet isabetli görünebilecektir. Ancak içinde zulüm barındıran hukuk, devletin temeli olan adaleti tesis etmeyecektir. Kişiler bu yapının da içinde bulunduğu yaşam kesitlerine sahip olabilirler. Hatta çok fanatik olarak bu yapıyı ve liderini savundukları anlar da olabilir. Örneğin haklarında herhangi bir takibat olmadığı tahmin edilen Hüseyin Gülerce, Nurettin Veren gibi kişiler, belki dışardan sadece bu özellikleriyle biliniyor da olabilirler. Fakat kişinin bu yapıdan ayrıldığı, mesafe koyduğu yahut uzaklaştığı ihtimalleri, çok dikkat edilmesi gereken hususlar olup, bu yapının kuruluşundan yaklaşık 40 sene sonra terör örgütü olarak net bir şekilde tanımlanmış olması gözden kaçırılmamalıdır. Bu örgütün, PKK gibi, kurulduğu andan itibaren şiddet uygulamış bir terör örgütü olmadığı bilinmelidir. FETÖ/PDY ile dini ve milli hassasiyetlerden dolayı, temas ettiği dönemde meşru olan bu yapı ile bağ kurmuş kişilerin olabileceği unutulmamalıdır. Dolayısıyla sanığın, yapının illegal ve terör örgütü yönü ile ilişkilerinin devam ettiğini gösterir 17-25 Aralık 2013 sonrası delillerin varlığı hayati önemi haizdir.”
-Bak Şu Tanıklara!..-
Kararın devamında, tanık beyanlarıyla ilgili olarak şu genel değerlendirme yapıldı:
“Tanık beyanları bu suç ve terör örgütü üyeliğinin tespitinde ancak yan delil olabilirler. Tabi ki, tanıkların 5 duyu organına dayanan şehadetleri, özellikle 17-25 Aralık 2013 sonrasına ait olmalıdır. ‘Öyle bilinirdi, öyle duydum, öyle bir kanaat vardı, öyle hissediyorum, öyle düşünüyorum’ şeklindeki beyanlar yasal, makul ve makbul görülmemiştir. Yargıtay 16. Ceza Dairesinin birbirinden farklı durumlar ile alakâlı vermiş olduğu kararlar dikkatle irdelendiğinde, yukarıdaki bakış açısı ile, yani kesin, somut, hukuka ve kanuna uygun delillerle yargılamaların yapılması ve hüküm verilmesi gerektiği net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.”
Ardından da sözkonusu davanın tanıkları hakkında şunlar anlatıldı:
“Dosyamızdaki tanıklardan birinin C.Savcılığındaki ifadesinde ‘Nur talebesi’ olduğunu söyleyerek, ifade vermesinden sonra hakkında KYOK (Kovuşturmaya yer yok kararı) verilmesi ve bu tanığın mahkememizde de ‘Nur talebesi’ olduğunu yinelemesi, bir başka tanığın ‘Nakşibendi Tarikatından’ olduğunu beyan ederek, 70-80 civarında kişinin ‘Fetöcü’ olduğunu öne sürmesi, bir diğer tanığın mahkememizdeki yargılama devam ederken, ara kararla bazı sanıkların tahliyesine karar verilmesi üzerine sosyal medya hesabı üzerinden mahkememizi işaret ederek, ‘Tahliyeci şer odakları’ şeklinde paylaşım yapması (Kararda, bu paylaşımla ilgili olarak Mahkemenin suç duyurusunda bulunduğu, ancak sonucu hakkında bugüne kadar kendilerine bilgi verilmediğine dikkat çekiliyor), bir diğer tanığın bilgisi sorulduğunda, ‘Biz işi gücü bıraktık, bunları takip ettik’ şeklinde beyanda bulunması, bir başka tanığın, dosyamızda yargılanan sanığı kastederek, ‘Beni müdür yapmadı, o yüzden bu Fetöcüydü’ demesi, sendika temsilcisi olan bazı tanıkların, kendisini Savcılık makamı ve idare yerine koyarak, bazı kamu kurum ve kuruluşlarına yazı yazarak, ‘kurumlarında FETÖ üyesi kimse olup olmadığını sorması’ ve buna benzer hususlar, bir kısım tanıkların tarafsızlıklarının ne derecede bozulduğunu, ne derecede hırs, kin ve intikam duygularıyla hareket ettiklerini, bulundukları kurum içinde ne büyük iç çekişme, makam ve özellikle de gelir getirici makam kavgası, dedikodu ve ayak oyunları olduğunu göstermiş ve bunun yanısıra tanıkların beyanlarına itibar edilmesini de imkansız kılmıştır.”
-Bazı Tanıklar Var ki, Durumu Sanıklardan Ağır-
Devamında ise başka bazı tanıkların ismi sıralanıp, şöyle denildi:
“…… isimli tanıkların beyanları, dosyadaki büyük çoğunluk için ana delil olarak sunulmaktadır. Oysa bu isimlerin, FETÖ mensubu olduğunu beyan ettikleri kişilerden hukuki durumları sanıklarla yaklaşık olarak aynı olan bir kısmı hakkında KYOK kararı verilmiş, bir kısmı görevinden ihraç dahi edilmemiştir. C.Savcılığınca KYOK kararı verilen kişiler mahkememizce tanık olarak dinlenmiş, bu tanıklardan bazılarının hukuki durumunun, dosyamızda yargılanan sanıklarla benzerlik gösterdiği de gözlemlenmiştir. Mahkememizce dinlenen tanıklardan bazıları hakkında da C.Başsavcılığı tarafından soruşturma yapıldığı, ancak ‘yeterli delil bulunmadığı’ gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği, buna karşılık bu kişilerle aynı ve hatta daha hafif hukuki durumda olan bazı kimseler hakkında kamu davası açıldığı görülmüştür. Elbette ki, C. Savcılığının işlemlerini denetlemek, mahkememizin görev ve yetki alanında değildir. Elbette ki, mahkememizin görevi, hakkında kamu davası açılan kimselerin yargılamasını yapmakla sınırlıdır, ama Anayasamızdan, Yasalarımızdan ve Devletimizce imzalanarak iç hukuk normu haline gelen uluslararası anlaşmalardan doğan, ‘eşitlik, adalet ve hakkaniyet’ ilkeleri karşısında, bu durum, mahkememizce dikkate değer bulunmuştur.”
-İddialar Gayet Üst Perdeden, Ama Küçük Bir Delil Dahi Yok-
Sözkonusu kararda, soruşturma yöntemi ve iddianamelerin değerlendirildiği bölüme gelince; Şu ağır eleştiriler yöneltildi:
“Klasik olarak tüm Türkiye’de uygulanan soruşturma yönteminin dışına çıkılmış ve tüm Türkiye’de dikkate alınan ‘deliller irdelenmek suretiyle iddianame düzenlemek’ yöntemi terk edilmiştir. Mesela iddianamede Bank Asya kayıtları nerdeyse hiç bir sanık yönünden işlenmemiştir. Hangi tanığın hangi sanık hakkında, ne şekilde beyanda bulunduğu yazılmamış, toptancı bir yaklaşımla hareket edilerek, tüm tanık isimleri, neredeyse her bir sanıkla ilgili bölüme yazılmıştır. Oysa mahkememizce alınan tanık beyanlarından anlaşıldığı üzere, tanıkların hepsi, tüm sanıklarla ilgili bilgi sahibi değildir, zaten hücre yapılanması şeklinde örgütlendiği anlaşılan bir örgütle ilgili olarak böyle bir şey mümkün de değildir. Kamu davasındaki iddialar gayet üst perdeden olmasına rağmen, dosyada bu büyük iddiaları izah edecek, destekleyecek küçük deliller dahi bulunmamaktadır. Mesela bazı sanıklar hakkında, ‘bölümde kadrolaşmayı tamamladığı’ belirtilmiş, ancak bu çerçevede kimlerin ve nasıl bölüme alındığına yönelik herhangi bir belge sunulamamıştır. FETÖ yapılanması olduğu iddia edilmesine rağmen, bir örgüt şeması yoktur. Kimin, hangi tarihte geldiği, hangi unvanı ne zaman aldığı araştırılmamıştır. Kaldı ki, dosyamız konusu suç, silahlı terör örgütü üyeliğidir, ‘adam kayırmacılık’ değil. Tüm yargılamalarda olduğu gibi, FETÖ üyeliği yargılamalarında da tüm Türkiye’de uygulanan ‘somut deliller esas alınarak yargılama yapılması ve karar verilmesi’ ilkesi, Anayasamıza, yasalara, evrensel ve yerel hukuk kurallarına, temel insan hak ve hürriyetlerine, vicdana ve Yargıtay kararlarına en uygun olandır. Mahkememizce de böyle bir yargılama olması ve böyle bir karar verilmesi için azami çaba gösterilmiştir.”
Bu ilginç gerekçeli kararda son söz olarak da, “Ceza yargılamasının en önemli ilkelerinden biri olan, ‘Kuşkudan sanık yararlanır’ kuralı uyarınca, sanığın bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesine bağlıdır. Gerçekleşme şekli kuşkulu ve tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak, mahkumiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkumiyeti, yargılama sürecinde toplanan kanıtların bir kısmına dayanılarak ve diğer bir kısmı gözardı edilerek ulaşılan olası kanıya değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Yüksek de olsa bir olasılığa dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan, varsayıma dayalı olarak hüküm vermek anlamına gelir. O halde ceza yargılamasında mahkumiyet, büyük veya küçük bir olasılığa değil, her türlü kuşkudan uzak bir kesinliğe dayanmalıdır. Adli hataların önüne geçilebilmesinin başka bir yolu da bulunmamaktadır” denildi.
“Şüpheden sanık yararlanır” ilkesi başta olmak üzere hukukun en temel ilkelerinin epeydir unutulduğu, iddianamelerden kopyala-yapıştır şeklinde birbirinin benzeri gerekçeli kararların çıktığı bir dönemde; Soruşturma yönteminin, iddianamelerin, tanıkların böylesine sorgulanıp, “Eşitlik, adalet, hakkaniyet” kavramlarının hatırlanması açısından, ne kadar önemli ve de çok cesur bir “gerekçeli karar” değil mi?
Müyesser YILDIZ
30 Ekim 2018
Odatv Link: https://odatv4.com/yazar/muyesser-yildiz/bir-mahkeme-boyle-isyan-etti-nur-talebesiyim…-naksibendi-tarikatindanim-diyen-kurtuldu-30101848.html