Pazartesi günü Silivri’deydim. Hem “Balyoz”u, hem “Ergenekon”u izledim.
İki gün önce teğmeninden generaline onlarca muvazzaf askerin özgürlüğünden sonra rütbeleri de ellerinden alınmıştı. Davaların bitmesi beklenmeden kalemleri kırılmış, çocukken girip ömürlerini verdikleri ocaklarından kapı dışarı edilmişlerdi. Ama kendileri de aileleri de dimdikti inadına!..
Bir gün önce de Başbakan Erdoğan “Harç bitti, yapı paydos” dercesine televizyondan güller atmıştı hepsine. İlker Başbuğ’dan başladı: “İlker Paşamıza yapılan benzetmeleri doğru bulmuyorum. Bir örgütün mensubuymuş gibi yaklaşımları çirkin buluyorum. TSK’da Genelkurmay Başkanlığı görevine gelmiş biri için bu yakıştırmaları doğru bulmuyorum. Tutuklu yargılanmasını dahi doğru bulmuyorum. Tutuksuz yargılanmasından yanayım.” dedi.
Karşısındaki gazetecilerin aklına şunu söylemek gelmedi:
“Ama İlker Paşa ifadeye çağrıldığında ve tutuklanacağı belliyken, MİT Müsteşarında olduğu gibi: ‘Alacaksanız gelin, beni alın.’ diye tepki göstermediniz; kendinizi ortaya koymadınız hiç.”
Erdoğan devam etti; “Şu anda içeride olan insanların hepsi haklı olarak içeridedir diyemeyiz. Kim bilir burada düşünce noktasından, hatta hatta geçin onu, adi suçlardan bile birçok insan içeriye atılabiliyor. Yanlış hükme mahkûm olanlar da var. Beni niçin içeri attıklarını ben bilemiyorum. Bunun hiçbir şeyle izahı yok ki. Geliyorlar ambalajlıyorlar, o ambalajla içeri koyuyorlar.”…
Yıllardır sadece askerler değil, “Ergenekon” ambalajına konan siviller de her duruşmada: “Bana suçumu söyleyin. Neden tutukluyum?” diye feryat ediyor. Yani onlar da Erdoğan gibi niye içeri atıldıklarını bilmiyor. Ama gazeteciler: “Hani devr-i iktidarınızda üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne geçmiştik?” diyemedi.
Başbakan 2 yıl geçtikten sonra şu gerçeği de hatırladı:
“Silahlı kuvvetler mensuplarının tutuksuz yargılanması gerekir. Ben kolay kolay bir silahlı kuvvetler mensubunun bu ülkeden kaçacağına ihtimal vermiyorum. Hatta hatta NATO’da görev yapan, yurtdışında görev yapan personellerimizden bu süreç içerisinde olanlar; bakın çağrılmışlardır, ailelerini bırakmak suretiyle gelmişler ve tutuklanmışlardır. Bu bir inceliktir. Bir hassasiyet var. Öyleyse tutuksuz yargılarsınız.”
“Bunları yazanlar, söyleyenler Özel Yetkili Mahkemeleri itibarsızlaştırmakla suçlandı, hatta bu suçtan tutuklanan gazeteciler oldu. Örnek: Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu… Askerler kendi ayaklarıyla gidip tutuklandı. Aranan MİT’çiler kanun değişene kadar bizzat devletin gözetiminde gizlendi. İfade vermeye bile gitmedi.” de diyemedi Erdoğan’ın karşısına dizilen gazetecilerden hiçbiri.
“Hayrola, Erdoğan’a ne oldu böyle?” dediğinizi duyar gibiyim. Sadece tahminlerimi aktarabilirim.
Tutukluluk cezaya dönüşmüş… TSK ‘temizlenmiş’… “Haydi hep birlikte ağlayalım.” ya da “Yoo, ağlamak gerekiyorsa onu da biz yaparız.” diye düşünmüştür belki.
Erdoğan’ın konuştuğu gün Hakkari’den 8 şehidin geldiği, herkesin bu şehitlerin sorumlularını aradığı gündü. Böyle bir günde diri diri cezaevlerine gömülenler için dökülecek “gözyaşı”, TSK’ya moral olmaz mıydı?
Ateşler içindeyiz. Millet kaygılı, asker tutuklu ve huzursuz. “Vallahi ben yapmadım, devlet içinde devlet haline gelenler yaptı.” mesajı mı?
Ufukta Cumhurbaşkanlığı gözüktü. 1 oya bile ihtiyaç var. TSK dediğiniz de koca bir aile. ‘Özeleştiri’li, “Ya ben, ya devlet içinde devlet olanlar” tercihli bir seçim kampanyasıdır belki de.
Başbakan bu kadar ‘ağladı’ da sonuç değişti mi? Yoo… Maltepe Cezaevindeyken rahatsızlanan, beyninde tümör çıkan ve hayati riski bulunan Kurmay Albay Levent Kerim Uça’nın bile “tutukluluk haline devam” kararı verildi.
Erdoğan’ın ‘gözyaşları’nı bırakıp, ben size gerçek gözyaşlarını anlatayım. Görevlilerin başı derde girmesin diye hangi davadır, kimin çocuğudur yazmayacağım. Zaten bir önemi yok. Hangisinin çocuğu o durumda değil ki?!..
Tutuklu bir genç. Bir ara tahliye olmuş, evlenmiş. Sonra yeniden tutuklanmış. O cezaevindeyken bebeği olmuş. Zeynep… Şimdi 22 aylık. Babasını tanımıyor, kokusunu bilmiyor. Duruşmaya ara verildiği bir an insaflı bir görevli Zeynep’i babasına götürdü. Ağladı Zeynep, bu ‘yabancı’ adamın kollarında. Araya konulan demir bariyerlerin gerisinde de genç bir kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, eşinin ve kızının bu haline bakıp. Babası, Zeynep’i kollarında daha fazla tutamadı; annesine getirdiler. Zeynep, annesinin ağladığını gördü, minik parmaklarını o gözyaşlarına uzattı. Tam feryadı basacaktı ki, araya girdim: “Annenin gözüne toz kaçtı, uf oldu.” dedim, Zeynep durdu!..
O veballerin hepsinden kurtulsalar da Zeynep’in, Zeyneplerin o gözyaşlarından kurtulabilir mi bu muktedirler?!..
Silivri, Hasdal, Hadımköy ve Maltepe’ye kucak dolusu sevgiler…
Müyesser YILDIZ
7 Ağustos 2012