Altı aylık esaretten sonra nihayet iddianamemiz yazıldı. Sağ olsun, ABD-AB, Helena Flautre, Claudia Roth, Hammarberg ve elbette en önce Nedim Şener ile Ahmet Şık… Onlar olmasa biz daha çok beklerdik!..
Şu satırları yazarken, ”Oda TV Örgütü” hakkındaki iddianameyi ancak TV ve gazetelerin yazdığı kadarıyla biliyorum. Şahsımla ilgili suçlamalar, hakkımda kaç yıl istendiğine ilişkin hiçbir fikrim yok. Zira, TV ve gazetelerin ilgisini çekmiş değilim… Avukatım gelecek de ancak ondan öğreneceğim.
Çin işkencesi yapılıyor diyeceğim, dilim varmıyor. ”Devletime” böyle bir şeyi tövbe-hâşa yakıştıramam; ama esarethanede insan öyle hissediyor işte!.. Ne mi oldu?
İddianamemizin hazırlandığını ve mahkemeye sunulduğunu bir Cuma günü mesai saati bitiminde TV’den duydum. O Cuma, bayram öncesi son mesai günüydü. Yani araya hem hafta sonu, hem bayram tatili giriyor, avukatla görüşme olamayacağından hiçbir şey öğrenme imkânım kalmıyordu. Bir bayram, bundan başka daha nasıl katmerli zehir edilebilirdi ki ?..
Daha ilginci; o Cuma günü öğlen saatlerinde tutukluluğumun uzatıldığı tebliğ edilmişti. Şablon gerekçeler; “Delil elde etmedeki zorluk,delillerin tam toplanmamış olması,…” vs. sıralanmıştı. Bunu tebellüğ et, birkaç saat sonra da TV’den iddianamenin mahkemeye sunulduğunu öğren; insan hangisine inanacağını şaşırıyor tabii!..
Ve iddianamenin kabulü de yine bir Cuma günü, mesai saatinde oldu. Ölsem, en erken Pazartesi’ye kadar yine bir şey öğrenme imkânım yoktu. İşte bu tesadüfler (!) canımı sıktı da ondan “Çin işkencesi” hissine kapıldım.
Ne tesadüf, iddianamenin kabul edildiği günkü gazetelerde bizim davadan daha ilginç davalar, daha dikkate değer olay ve açıklamalar vardı. Hepsi de hak-hukuk üzerine. Bari bunlara dair bir yazı yazayım da “ Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” olsun diye düşündüm.
Gazetelerin bir-ikisinde tek sütunluk yer bulsa da benim için ana haber öz-hakiki-gerçek bir terör örgütü, yani PKK’yla ilgiliydi. PKK’lı BDP milletvekili Aysel Tuğluk’un “terör örgütü üyeliği“ suçlamasıyla hakkında açılan bir davadan, “somut bilgi ve belgeye ulaşılamadığı“ için beraat ettiği belirtiliyordu.
Hani şu İmralı’daki teröristbaşının, “ Bizim Aysel “ dediği… İmralı’ya giderken, Kapalıçarşı’dan kuruyemiş alan… Her Allah’ın günü meydanlarda, “halkı kin ve düşmanlığa“ teşvik eden…
İmralı’dan aldığı talimatları, “ilgililerine“ ulaştıran…
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “varlığını tespit edemediği“ İmralı ve KCK’nın talimatıyla kurulan Demokratik Toplum Kongresi’nin eşbaşkanı…
Bu sıfatla; Silvan katliamının yapıldığı gün, “demokratik özerkliği” ilan eden…
Bülent Abi’nin, “Onlar çay içip, dağılıyorlar.“ demesine “Çay içip, dağılmadığımızı görecekler.” karşılığını veren…
“Demokratik özerkliği“ hayata geçirmek üzere 30 Temmuz’da toplandıklarında, “Siyasete siyaset yaparak karşılık veririz. Ama devletin saldırılarına karşı da topyekûn mobilizasyon halinde oluruz. Sayın Öcalan ne kadar BDP’nin içindeyse, BDP de bir o kadar DTK’nın, hatta KCK’nın içindedir. Bunun yasalar karşısında bir meşruiyeti olmayabilir, ama Kürt toplumunda en meşru var oluş biçimidir“ diye meydan okuyan bayan…
İşte o beraat etmiş. Üstelik mahkemeye gitmemiş bile!..
****
Bu örnekten hareketle, “Oda TV Örgütünün”, haliyle bendenizin de “lideri“ olan Prof.Yalçın Küçük’le “bağlantılarımı“ itiraf etmek istiyorum.
“Liderimle“ 2008’in yaz aylarında bir-iki dakikalık telefon görüşmesinden aldığım randevu ile evinde yarım saatlik bir buluşma vesilesiyle tanıştım ilk kez. Çünkü meşhur bir yayınevimiz “100 YILIN HESABI” kitabımın basımı hususunda bana kazık atmıştı.
Prof. Küçük’ün bir yayın evi kurduğunu duyunca, acaba o basar mı diye görüştüm. Öyle Kapalıçarşı’dan kuruyemiş falan da götürmedim. Aksine o bana çay ve bir bisküvi ikram etti. Kitabın basımında anlaşamadık, zira yayınevi henüz kuruluş aşamasında idi, oysa benim acelem vardı. Teşekkür edip, çıktım.
Kendisini bir daha da 3 Mart’ta gözaltına alındığında İstanbul Emniyeti’nde gördüm. Dahası “hasmım“ Zekeriya Öz tutuklanmam talebiyle beni de mahkemeye sevk ettiğinde, buradaki ifadeler, özellikle PKK’ya ilişkin sorular üzerine, bu konuda Yalçın Küçük’le aynı fikirde olmadığımı söyledim…
Ve dahi Soner Yalçın dahil birçok isimle ilk kez mahkemeye çıktığımızda tanışacağız!..
Bir Apo-Aysel Tuğluk arasındaki ilişkiye, bir de benimle, “Liderim“ arasındakine bakın; tutuklanmayacaktık da ne olacaktı yani?!…
Onun için yüce devletin ellerinden öpüyor, saygılarım arz ediyorum!…
****
İddianamemizin mahkeme tarafından oy birliği ile kabul edildiği gün Cumhurbaşkanı Gül Rusya’da Küresel Politika Forumu’nda konuşmuş ve “modern devlet“i anlatmıştı.
Şöyle diyordu :
“Korku ve baskı ile halkları yönetme devri bitti. Devletin, hesap soran değil, hesap veren, halkın tüm kesimlerini kucaklayan, eşitlikçi ve demokratik, müşfik ve hoşgörülü olması gerekir…”
****
Medyadan duyduğuma göre, “örgütümüzün“ mensuplarının hiçbirinin evinde silah falan bulunmuş değil. Kitaplar, notlar ve bilgisayarlara yüklenen (ne olduğunu, ne yazdığını hala görmediğim) “talimatlardan“ söz ediliyor.
O gün gazetelerde bir haber daha vardı. Başbakan Erdoğan, Lüksemburg Başbakanı Juncker’le yaptığı görüşmeden sonra Mavi Marmara olayına değinip: “İçerde bir tane bile silah bulamamışlardır. Furkan’ın vücudunda 35 mermi… Burada orantısız güç kullanıldığı açık“ diyordu.
Bizde de bir tane silah çıkmadı. Ama 6 aydır Silivri’deyiz. Acaba burada da biraz “orantısız güç“ kullanılmış olabilir mi?
****
Seçimler üzeriydi. PKK-BDP’liler, “ikili hukuk sistemine geçeceklerini açıkladılar. Bu Başbakan’a soruldu. Şu cevabı verdi :
“Bunu ne konuşmak, ne tartışmak isterim. Hukuk dışına çıkan bedelini öder.”
Seçimden sonra “demokratik özerkliği“ ilân ettiler. Başbakan çok kızdı, “kendileri çalıp, kendileri oynuyor“ dedi.
“Demokratik özerkliğin“ ne olduğunu, Cumhurbaşkanı Gül’ün “jeste boğduğu”, Tuğluk’la birlikte DTK’nın eşbaşkanı olan Ahmet Türk izah etti: “Demokratik özerkliğin ne olduğunu çok iyi biliyorum, çift hukuklu yapıya geçilmesidir.“ buyurdu.
Peki PKK’nın Hakkari’de “mahkeme kurduğunu, esnafa vergi kestiğini 74 milyonun huzurunda kim açıkladı: Başbakan Erdoğan!.. Erdoğan aynı konuşmasında ( 21 Ağustos 2011, AKP İstanbul İl Başkanlığı iftarı) şunları da söylüyordu:
“74 milyonun hukukunu korumaya geliştirmeye,74 milyonun hukukunu, kendi hukukumuz bilmeye devam edeceğiz. Devlet, adalete-hukuka tabidir. Hukuk terazisini asla elimizden bırakmayız…”
PKK’ya karşı hava operasyonları başladığında, sadece yetkililerin değil, yandaş kalemlerin de, “Aman hukukun içinde kalalım“ diye nasıl çırpındığını gördük!..
PKK’nın “hukukuna“ gözü gibi sahip çıkanların, iş bizim hukukumuza gelince neler yazıp, söylediğini hatırlatmaya gerek yok. Demek ki bizler, “hukuku korunacak“ 74 milyon kişiden sayılmıyoruz!..
Dahası sadece “Sivas’ın ötesi” değil, berisinde de “çoklu hukuka“ geçtiğimiz görülmüyor mu?
****
Menderes’in izindeler ve Türkiye’yi “Küçük Amerika“ yapacaklar ya, buradan da bir örnek vermek farz oldu.
Seçimler üzeri sarhoş bir şekilde evine gelen Amerikalı Walter Bagdasarian internet sitesine şunu yazmış:
“ Ülkeyi 4 yıl mahvedecek zenciyi vurun. Kahrolası zenci Obama’nın kafasında 50 kalibrelik bir delik olacak…“
ABD Güvenlik Servisi olayı öğrenince, o kişinin evinde arama yapılıyor, 6 silah bulunuyor. Suçlu görülüp tutuklanıyor, ama temyizde beraat ediyor. Nasıl mı; “ifade özgürlüğü kapsamında suçsuz olduğuna“ karar veriliyor.
Bırakın evimizden silah çıkmasını, değil internete özel not defterimize böyle bir yazı yazsak, acaba neyle suçlanırdık?
****
Madem, henüz varlığı ispatlanamamış “Ergenekon Terör Örgütü“nün üyesi olduğum öne sürülüyor… En iyisi şu ana kadar yazılan ve çizilenlerden, yani somut belgelerden hareketle bu “örgütün” olduğunu itiraf edeyim artık.
Bu örgüt ;
Hüseyin Gülerce’nin yazdığı gibi sembol isimdir.
O yüzden şike operasyonuna da “futbolun Ergenekon’u“ denir…
Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüne yol açan helikopter kazası soruşturulurken, dönemin Adana Jandarma Bölge Komutanı’na “Ergenekon Terör Örgütü’ne üye misin?“ diye sorulur…
Murat Belge, Hopa’daki olaylar ve yumurta eylemlerini “Ergenekon operasyonları” sayar. Hopa’daki olaylarda hayatını kaybeden emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun çevresinin “Ergenekoncu” olduğunu söyler ve tüm bunları da Cumhuriyet’in eğitim politikasından gelen “faşizmle“ irtibatlandırır…
Mümtazer Türköne, PKK’yı “Kürtlerin Ergenekon”u sayar, bir diğer Zaman yazarı Mehmet Kamış, “Kürt Ergenekoncularından” söz eder…
Liberallerin öncülerinden, Zaman Yazarı İhsan Dağı, “Ergenekoncular içerde olabilir; ama ruhları sokaklarda fink atıyor.“ der…
Ve Etyen Mahcupyan, “AKP’ye direnmenin, demokratikleşmeye direnmek olduğunu“ ilân eder…
Özetle, “çaya, çorbaya, gribe limon“ misali ,
T.C. Devletinin kuruluş esaslarında diretme,
Ülkenin egemenlik ve bağımsızlığını savunma,
Ve dahi AKP’ye muhalefet etmenin adına “Ergenekon“ dendiği, bunun bir “örgütün“ değil, bir “zihniyetin“ adı yapıldığı ayan-beyan ortaya çıkmıştır.
Bu da şu anlama gelebilir : “Her AKP muhalifi er veya geç Silivri’yi tadacaktır.“!..
Silivri’den kucak dolusu sevgiler…
Müyesser Yıldız
10 Eylül 2011