Deniz Kuvvetleri’nin en parlak isimlerinden biri olan Cem Aziz Çakmak tam 1 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı.
Silah ve mapus arkadaşı Cem Gürdeniz hastane odasındaki son görüşmelerinde ona, “Amiralim, köprü üstünü terk etmek yok’’ dediğinde, bakışlarıyla, “Bedenim köprü üstünü terk etse de ruhum orayı asla bırakmaz’’ karşılığını vermişti.
Evet, öylesine mücadeleci ve idealistti ki, bedeni köprü üstünü terk etse de ruhu terk etmedi.
Sadece ruhu değil, cezaevinde tuttuğu notlar, karaladığı şiirlerle etkisi hâlâ süren çok karanlık bir döneme tanıklık etmeyi sürdürüyor.
Emekliye sevk edilince çok sevdiği üniformasını çıkartmak zorunda kaldığı, Hasdal’dan Silivri’ye gönderildiği ve ihanetin ciğerlerini delmeye başladığı günlerde, 18 Ekim 2012 günü, “Merhaba, aslında bu acı günleri yazmayacağıma dair kendime söz vermiştim. Ancak yaşlanmaya başladık ve unutulmaması gerekenleri unutuyorum. Yaşadıklarımız ise geleceğe ibretlik ders niteliği taşıyor. Hasdal’da emekli edilip, Silivri’ye transfer olduktan sonra yaşadıklarımızın satır başları ile de olsa not edilmesini gerekli gördüm. Haydi başlayalım” diyerek, yazmaya koyuldu.
Mesela, Şubat 2010’da ilk tutuklanışını şöyle anlattı:
“Beşiktaş Adliyesine intikal ettik. Beşiktaş Adliyesi ana-baba günüydü. Dışarıda kümelenmiş basın ordsu. İçerde göz altına alınan emekli paşalar, subaylar. Bu kelimenin tam anlamı ile bir pusuydu. Beni koordinatör savcı olan Bilal Bayraktar sorguladı. Aslında ifadem uzun sürmedi. Savcı kendisinin özellikle Ergenekon savcısı olmadığını belirtme ihtiyacı duydu ve kendisinin de çoluk çocuğu olduğunu söyledi. Daha sonra Hasdal’dayken düşündüm, bu adam ileride çocuklarının yüzüne bakabilecek miydi? Bu hainliğe bir cumhuriyet savcısı nasıl alet olabilirdi? Öğleden sonra tutuklanma istemi ile mahkemeye sevk edildik. Oyun planlandığı şekilde işliyordu. Akşam geç saatlere kadar mahkeme için bekledik. Bu arada televizyonda Başbakan’ın İspanya’dan döndüğünü ve havaalanında toplantı halinde olduğunu izledik. Bizimle ilgili olduğunu anlamak için müneccim olmak gerekmiyordu. Toplantı sona erdikten 10 dakika sonra mahkemeye çıkacağımız söylendi. Nöbetçi Hakim Ali Efendi Peksak o hafta tutukladığı muvazzaf/emekli subay sayısı ile tarihe geçecekti. Mahkeme çok kısa sürdü. Gece yarısından sonra mübaşir ile bir liste gönderildi. İki kişi hariç hepimiz tutuklandık. Yeni bir dönem başlıyordu. Tutuklanmamız mahkemede yüzümüze okunmamış, mübaşir ile bildirilmişti. Adliye’den ayrılmamız sabahın 2’sini bulmasına rağmen dışarıda basın ordusu arsızca bekliyor, flashlar ardı ardına patlıyordu… O gece hiç unutmadığım an, bize refakat eden Albayın tutuklama kararı sonrası döktüğü içten göz yaşlarıydı. Halbuki bu daha başlangıçtı ve gözyaşı dökmesi gereken bir çok Silahlı Kuvvetler mensubu olacaktı.”
Ya Cem Amiral’in Hasdal Cezaevinde unutumadığı an? İşte cevabı:
“Bir kapalı ziyaret sırasında hapishane müdürünün, kızım Dilara ile Bekir Memiş’in kızının bizlere doğru yaklaşması üzerine araya askerleri dizmesi anlaşılmaz ve unutulmaz bir sahneydi.”
-Genelkurmay Yandaş Basının Ekmeğine Böyle Yağ Sürdü-
Cem Amiral hep sordu, sorguladı. En çok da kendi içlerindeki “işbirlikçileri”… O sorgulamaları, şu satırlarla yansıttı:
“Yandaş basından söz açılmışken; Sanıyorum Genelkurmay’ın en büyük hatalarından biri, bu basının yazdıklarını ciddiye almasıdır. Her eleştiriye bir cevap bulma veya tedbir alarak bu basının yazdıklarını engelleyeceğini zanneden zihniyet, yeri geldiğinde yalan, iftira dolu haberleri de kendi personelini sorgulayarak ödüllendirecekti bile. Aslında temel amacın TSK’yı itibarsızlaştırmak olduğu bilinse dahi yazılan her haberi, yapılan her eleştiriyi ciddiye alarak reaksiyon gösterilmesinin, yandaş basının ekmeğine yağ sürmek olduğunun farkına varılamaması mı, bir türlü anlayamıyordum. Daha anlayamadığım çok şey vardı ya, neyse… Hasdal’a girdiğimizden sonra hemen her gün televizyonlarda Balyoz tartışılıyordu. Daha ne olduğunu biz de bilmediğimiz halde yandaş basın neredeyse tüm detaylara hakimdi. Bazen düşünüyorum, biz kendi ülkemizde miydik, yoksa başka bir ülkede esir mi alınmıştık? Bu insanların kendi masum subaylarına bu kadar düşman olmasının sebebi neydi? Yoksa düşman oldukları başka bir şeydi de onun hıncını bizden mi almaya çalışıyorlardı? Demokratikleşiyoruz diyerek hiç olmayan, sahte hazırlanmış dijital veriler ile bir devletin hakimi, savcısı, medyası kendi masum subaylarını (masum olduklarını da bildiği halde) nasıl bu şekilde teşhir edebilirdi? Herhangi bir üçüncü dünya ülkesinde bile bunun yaşanması mümkün olmaz diyordum… Bu davanın amacı neydi? Hangi dış güçler tarafından destekleniyordu? İçerde bu senaryonun kurgulayıcıları kimlerdi? Bizim kuvvetten işbirlikçileri belirlemek mümkün müydü? Öyle ya, bu kadar bahriye subayı isminin kuvvet dışından elde edilmesi olanaksızdı. Bizim kuvvetten de birileri bu sahteciliğe ortak olmuş gözüküyordu.”
Silah arkadaşları tarafından yalnız bırakılmalarına isyanı, son nefesine dek hiç dinmedi. Bakın daha cezaevindeyken bu acıyı nasıl bir örnekle anlattı:
“Bizlerin Beşiktaş Adliyesi’nde ifade verdiğimiz günlerde ünlü bir şarkıcı da İstanbul Emniyetinde uyuşturucu sorgulaması kapsamında ifade verip, serbest bırakılıyordu. Dışarıda on bin kişi toplanıp, kendisine destek veriyordu. Biz ifade verirken ise o güne kadar görev nedeniyle yıllarca ihmal ettiğimiz ailelerimiz dışında kimseyi göremedik. Başka bir yoruma gerek var mı?”
Bir başka tespiti; “Cesaretin rütbeyle alakası olmadığını çok iyi anlayacaktık”…
-Mavi Marmara’nın Tanığıydı-
Cem Amiral’in Balyoz kumpasındaki ilk tutukluluğu kısa sürdü. 23 Şubat’ta tutuklandı, 31 Mart’ta üst mahkemeye yapılan itirazla tahliye oldu.
Hemen göreve döndü, kendisini “telefonla bile aramaktan çekinen muvazzaf amiraller” olmasına rağmen yoğun bir şekilde çalışmaya başladı. O yoğun tempoda tanıklık ettiği olaylardan birisi de Erdoğan’ın İsrail’le “barış”ın ardından, “Giderken bana mı sordunuz” demesi üzerine bugünlerde yeniden tartışılmaya başlayan Mavi Marmara’ydı.
İşte Cem Amiral’in kaleminden, Mavi Marmara olayı:
“Harekat Merkezi Vardiya Amirinden gece boyunca telefon gelmesi son derece doğaldı. Yine böyle telefonlardan biri 30 Mayıs 2010 Pazar akşamı geldi. Saat gece yarısını geçiyordu. Vardiya Amiri aradı ve İskenderun Üsse terör saldırısı yapıldığını rapor etti. Derhal giyinip, Harekat Merkezine gittim. Aynı gece bir diğer olay, Mavi Marmara isimli geminin Gazze’ye yönelik yardım konvoyu ile seyir haline iken, İsrail Silahlı Kuvvetler unsurlarınca silahlı müdahale ile engellenmesi idi. İskenderun’da 7 şehit vermiştik. Mavi Marmara’ya müdahale sırasında 11 vatandaşımız hayatını kaybetmişti. Ben burada bu olayın detaylarına girmeyeceğim. Sabaha kadar Harekat Merkezinden olayları takip ettik. Gemi görevlendirmesi yaptık. Sabah 07.00’de Kurmay Başkanı Nusret Güner bana Genelkurmay Harekat Başkanı ile birlikte Başbakanlığa gideceğimizi, hazır olmamızı söyledi. 07.45’te Başbakanlık’ta idik. Hükümet kanadından Bülent Arınç, Beşir Atalay, Mehmet Şimşek, Hakan Fidan, Ömer Çelik ile Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı katılıyordu. Başbakan yurtdışından ülkeye dönmek üzere hareket etmişti. Olayların gelişimini ve alınacak tebdirleri konuştuk ve 1.5 saat sonra kuvvete döndük. Bu toplantıda özellikle Bakan Mehmet Şimşek’in balonla İsrail gemilerini gözetleyip, gözetleyemeyeceğimiz sorusu bana bir hayli ilginç gelmişti. Konuyla ilgili ikinci toplantı ertesi sabah 09.00’da yine Başbakanlık’ta yapıldı. Bir önceki gün katılanlara ilave olarak Başbakan Erdoğan da vardı. Yaklaşık 2 saat süren toplantıda gelişmeler ve alınacak tedbirler görüşüldü. Burada belirtmekte fayda gördüğüm husus, özellikle Doğu Akdeniz’deki karakol faaliyetleri idi. Bizim böyle bir durumda angajman kurallarına ihtiyaç duyacağımız talebi hükümet tarafından çekince ile karşılandı ve diplomatik yollara ağırlık verilmesi kararlaştırıldı. Toplantılarla ilgili basın açıklaması Bülent Arınç tarafından yapıldı. Bu açıklamada Arınç, toplantıya katılanlar arasında benim ismimi de saydı. Bunu şunun için yazıyorum, aynı hafta içinde Uğur Dündar’ın Star Tv’deki programına katılan emekli Koramiral Atilla Kıyat benim ismimi söyleyerek, ‘Düne kadar hapiste olan bir amiralin böyle önemli bir konuda hükümete brifing vermesi ilginç değil mi?” diye soruyordu. Sayın Komutanım Atilla Kıyat da yaptığım görevin önemini belirtiyor ve hafifçe gülümsüyordu. Durum gerçekten enteresandı. Daha sonra konu basın tarafından Bülent Arınç’a sorulacak, o da, ‘Ben nereden bileyim’ diyecekti. Ancak ben toplantılar sırasında benim durumumun farkında oldukları izlenimi edinmiştim. Attıkları her adım planlı değil miydi?”
-Rütbe mi, Özgürlük mü?-
2010 YAŞ toplantısına birkaç gün kala Balyoz iddianamesi kabul edildi ve tam 102 subay hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Aralarında Cem Amiral de vardı. Bu gelişmeye dair şu çarpıcı yorumu yaptı:
“Şaka gibiydi. Bir içeri giriyor. Bir dışarı çıkıyorduk… Bu hukuksuzluğa kim dur diyecekti? Hakkımızda yakalama kararı olan bizler bir yandan devletin işini görmek üzere mesai yapıyor, diğer yandan dışarıda dolaşamıyorduk. Böyle tuhaf bir ortamda YAŞ toplantısı başladı. Aslında istenen de buydu. Devletin masum, vatansever amiral, general ve subayları pazarlık malzemesi yapılmıştı. Onlarca masum insanın suçsuzluğunu bildikleri halde terfi edecek general ve amirallerin engellenmesine karşılık, bu insanların özgürlüğü masadaydı. Ne uğruna ve kim tarafından, yetişmiş bu çok değerli subayların tasfiyesi isteniyordu? Kendi ülkemizde tam anlamı ile devlet terörü ile karşı karşıya idik.”
İşte Cem Amiral’in kaleminden bir dönemin özeti. Tasfiye edilmese ve yaşasa, adı 2023’teki Deniz Kuvvetleri Komutan adayları arasında olacaktı.
Sonrası mâlum. 2012 Şura’sında tasfiye edildi. Silivri’ye gönderildi. Birkaç ay içinde akciğer kanserine yakalandı.
Hapisten, masumiyetine inanıldığı için değil, hastalığından dolayı çıkarıldı. Bu daha da zoruna gitti. “5 ay yaşamaz” deniyordu, ama tam 1.5 yıl direndi, “beraat” kararını buruk da olsa gördü.
“Milli Ordu’ya kumpas kuruldu” dediler… Beraat ettiler… Ama buna rağmen, ne Cem Amiral, ne diğer kumpas kurbanlarını “şehit” saymamakta direndiler.
Silah ve mapus arkadaşı Cem Gürdeniz 10 gün kadar önce Cem Amiral için düzenlenen anma gecesinde, “Cem ve kumpas davalara şehit verdiğimiz Ali Tatar, Berk Erden ve Murat Özenalp Bahriyenin gurur abideleridir. Onlar dürüstlüğün, erdemin, namusun, vatan sevgisinin, Bahriye aşkının, ama hepsinden öte Mustafa Kemal’e sarsılmaz sadakatin gökyüzündeki aydınlığıdır. Bu denizcilerimizin mümtaz isimleri donanmamızın savaş gemilerinde sonsuza dek yaşatılsın. Onların ölümsüzlük ruhu, Cumhuriyet donanmasının ölümsüzlüğüne kardeş olsun. Bu onları yakından tanıyan ve seven bir denizcinin isteğinden öte tarihin bir gereğidir. Tarih de ısrarcıdır” demişti.
Onlardan “şehitlik” unvanını esirgeyenler, bari bunu yapamaz mı? Cana karşılık, çok mu imkânsız ve zor bir şey isteniyor?!.
Ölüm yıldönümünde Cem Amiral’i, diğer kumpas kurbanlarını ve tüm şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Mekânları cennet olsun.
Müyesser YILDIZ
3 Temmuz 2016
Odatv Link: https://odatv4.com/yazar/muyesser-yildiz/adini-niye-bir-gemiye-veremiyorsunuz-0307161200.html