Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini veto etme sinyali verdi. Bu ülkeler de Erdoğan’ın, “Bizi ikna etmeye mi gelecekler? Kusura bakmasınlar, yorulmasınlar.” restine rağmen Ankara’ya gelip Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal başkanlığında bir heyetle görüştü. Şu anda tarafların pozisyonunda bir değişiklik yok gibi; ama nedense, gerek ilgili ülkeler gerekse de ABD ve NATO, Türkiye engelinin aşılacağından emin görünüyor.
Ankara’nın şartları belli: İsveç ve Finlandiya’nın terör örgütlerine yardım/yataklıktan vazgeçmesini, oradaki teröristlerin iadesini, bir de ülkemize uyguladıkları savunma ambargolarını kaldırmalarını istiyor.
Bir kez daha altını çizelim. Velev ki, bu şartlar kabul edildi; uyacaklarının garantisi, uymadıkları takdirde yaptırımı var mı?.. Varsayalım ki uydular; NATO’nun patronu ABD’nin PKK/YPG/PYD’ye yardım yataklığı ve Türkiye’ye uyguladığı hasım (CAATSA) yaptırımları sürmüyor mu?.. Ya, daha birkaç gün önce İsveç devlet televizyonu SVT’nin terör örgütünün ele başlarından Salih Müslim ile Suriye’nin kuzeyinde saklandığı ABD askeri üssünde röportaj yapması nedir?!
Finlandiya 22 Yıl Önce Nasıl Kandırdı?
Konumuz; Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun geçtiğimiz günlerde, “Somut adımlar bekliyoruz. Temennilerle ilerleyemeyiz… Yazılı mutabakat istiyoruz.” demesi.
Herhalde İsveç ile Finlandiya’dan yazılı bir teminat alınacak veya bu iki ülkeyle protokol imzalanacak. Belki bu anlaşmanın “kefili” de NATO Genel Sekreteri Stoltenberg olacak.
Ne yazık ki Türkiye’nin, emperyalistlerin yerine getirmediği sözlü vaatlerden ağzının yandığı, ancak onların yazılı güvencelerine bile inanılmaması gerektiğini hâlâ anlayamadığı anlaşılıyor.
Buna ilişkin iki örneği hatırlatmak isteriz.
İlki, 22 yıl öncesine ait ve, ne tesadüf, muhatabımız yine Finlandiya’ydı. Özetlersek;
10-11 Aralık 1999’da Finlandiya’nın Başkenti Helsinki’de AB Zirvesi yapılacak ve Türkiye resmen aday ülke ilân edilecekti. İşbaşında DSP-ANAP-MHP’nin kurduğu ANASOL-M hükümeti vardı ve dönemin Başbakanı Bülent Ecevit de 11 Aralık günü “aile fotoğrafı” için Helsinki’ye gidecekti.
Ancak Zirve öncesinde Ankara’ya gönderilen belgede Kıbrıs, Ege ve insan hakları konusunda “ön şart” anlamına gelen ifadelerin olduğu görülünce kriz çıktı. ABD, Almanya, Fransa ve Finlandiya devreye girdi. Sonunda Finlandiya Başbakanı Lipponen’den “yazılı güvence” istemesine karar verildi. Lipponen, sözkonusu mektubu o gece AB Dış Politika Sorumlusu Javier Solana’yla elden gönderdi. Türkiye’yi ikna için Solana’yla birlikte AB’nin genişlemeden sorumu üyesi Günther Verheugen ve Finlandiya Dışişleri Müsteşarı Blomberg de Ankara’ya geldi.
Aynı akşam Bakanlar Kurulu toplantıya çağırıldı. Devamını o dönem Basın Müşavirliğini yaptığım, geçtiğimiz 28 Şubat’ta kaybettiğimiz Devlet Bakanı merhum Sadi Somuncuoğlu’nun 2002 yılında kaleme aldığı “Avrupa Birliği-Bitmeyen Yol” kitabından okuyalım:
“Toplantının konusu, adaylığımız ve özellikle de Helsinki belgesindeki muğlak Kıbrıs maddesiydi. Tereddütler ve tartışmalar üzerine hem AB dönem Başkanı Finlandiya’nın Başbakanı Lipponen hem de İngiltere Dışişleri Bakanı’nın gönderdiği mektuplarla, Türkiye-AB ilişkilerinde Kıbrıs’ın bir ön şart olmadığı, sadece siyasi diyalog istendiği güvencesi verildi. İşte bu belirsizlik ve gerginlik için yapılan toplantıda Bakanların önüne, ‘Helsinki Zirvesi Başkanlık Sonuçlarından Alıntılar’ başlığı altında alelacele tercüme edilmiş, Dışişleri Bakanlığı’ndan Başbakanlığa faksla gönderilmiş 3-4 sayfalık bir metin konuldu. Belgelerde Türkiye ile ilgili bölümler paragraflar halinde yer alıyordu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve AB’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik konu hakkında bilgi verdiler. İrtemçelik’in açıklamalarına göre, Dışişleri bürokratları zirve kararlarına şüphe ile bakıyor ve karşı çıkıyorlardı. Ancak Başbakanın huzurunda düzenlenen bir toplantı ile gerekli açıklamalar yapılmış ve bürokratlar ‘ikna’ edilmişti. Lipponen ve İngiltere Dışişleri Bakanının mektupları Türkiye’nin endişesini gidermişti. Açıkçası Bakanlar Kurulu üyeleri bu mektupları görmediler. 3-4 sayfalık metin üzerinde de sağlıklı bir değerlendirme yapılmadı… Toplantıda ben de söz alarak, ‘Bütün endişelerimizi giderdiği söylenen iki mektubun AB’yi bağlayıp bağlamadığını’ sordum. Bunun üzerine bir tartışma başladı. Anlaşıldı ki, bu husus değerlendirilmemişti. Uzun bir tartışmadan sonra karar verildi ki, İngiltere Dışişleri Bakanının mektubu, bu unvanıyla imza attığı için AB’yi bağlamıyordu, ama Lipponen’in mektubu, dönem başkanı sıfatıyla imzalandığı için AB açısından bağlayıcıydı. Cevaptan tatmin olmayınca, ‘Lipponen’in mektubu Helsinki’den gelen metnin eki midir?’ diyerek, sorumu tekrarladım. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, ‘Aynen öyledir. Bu mektup, metnin ekidir.’ cevabını verdi. Teknik bir konuydu, ama yine de ikna olmamıştım. Bunun üzerine metnin geneli üzerinde bir değerlendirme yaparak, Helsinki Belgesi’ndeki ifadelerin muğlaklığına ve elastiki bir dille, değişik yorumlara müsait bir şekilde hazırlanmış olduğuna dikket çekip, özetle şunları söyledim: ‘Kıbrıs ile ilgili maddede hiçbir siyasi otoriteden bahsedilmemekte sadece Kıbrıs denilmektedir… Eğer bu metne dayalı olarak adaylığı kabul edersek, korkarım ki, Kıbrıs ve Ege’deki haklarımızı, ayrıca insan hakları adı altında Türkiye’de yaratılmak istenen yeni azınlıklar yoluyla bütünlüğümüz ve üniter devlet yapımızı korumada çok zor durumda kalabiliriz… Bu sebeplerle biz, bu muğlak metinden Kıbrıs, Ege ve insan hakları konularında ne anladığımızı açık ve kesin bir dille yazıp, bir devlet belgesi olarak karşı tarafa gönderip, bu şartlarda müzakere yapacağımızı bildirelim. Bunlardan ne anladığımızı beyanatlara değil, yazıya dayandıralım… Bunu yapmazsak, ileride bir problem çıkması halinde Türkiye’nin hak ve menfaatlerini koruyamayız.’ Bazı bakanların açıklamalarına karşın yazılı cevap hazırlanması teklifimi iki kez tekrarladım, ancak hiçbir bakan arkadaşımdan destek görmediğim için sonuç almak mümkün olmadı. Mektuplar konusunda ikna olmadığımdan toplantı sonrasında, bunların hukukiliğini araştırdım. Maalesef mektupların hiçbir hukuki bağlayıcılığı yoktu. Çünkü bünyesinde veto sistemi olan kuruluşlarda hukuki temsil mümkün değildi. Yani Bakanlar Kurulu doğru bilgilendirilmemişti. 1 yıl sonra verilen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde (KOB), Kıbrıs ve Ege’nin ön şart haline getirilmesi üzerine Dışişleri Bakanlığımız Lipponen’in mektubunu hatırlatmak zorunda kaldı. Hâlâ mektubun hukuki bağlayıcılığı olduğuna inanılıyordu. AB, bu ikazımızı ciddiye bile almadı. Maalesef gerek Kıbrıs ve Ege gerekse de insan hakları adı altında yaratılmak istenen ‘sanal azınlıklar’ konularında bugüne kadar gelinen nokta beni haklı çıkarmıştır.”
Merhum Ecevit’in Helsinki’ye gidip, “aile fotoğrafında” yer alması, yani AB adaylığımızın kesinleşmesinden sonra muhataplarımızdan bazılarının tepkileri ise şöyleydi:
Yunanistan Başbakanı Simitis: Türkiye aday olmuştur, bu adaylık ile somut yükümlülükler altına girmiştir ve bunları yerine getirmekle mükelleftir.
Yunan Hükümet Sözcüsü: Çok mutluyuz ki, Kıbrıs dahil bizim tekliflerimiz kabul edildi.
Finlandiya Dışişleri Bakanı Tarja Halonen: Solana Ankara’ya adaylık konusundaki ciddiyetimizi göstermek için gitti. Ancak bu Türkiye’nin son şansıydı. Biz Türkiye’ye şu mesajı ilettik: Kabul et veya etme, reddedersen yakın bir zamanda adaylık konusunda bir görüşme yapılmasını bekleme. Bu son teklif.
İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh: Kürt sorununun çözümüyle ilgili yasal adımlar atılmalı ve bu yasalar hayata geçirilmeli. Böyle olursa, terör yerine siyasi diyaloğun sorunların çözümünde daha etkili olduğunu PKK ve yandaşları anlar. Benim önerim, Kürtçe eğitimine fırsat verilmeli, ayrıca Kürtçe yayına izin verilmeli.
İsveç Televizyonu: Adaylığın tescili Abdullah Öcalan’a yaradı ve adaylık onun için hayat sigortası oldu.
İtalya Başbakanı Massimo D’Alema: Şimdi Öcalan’ın hayatı kurtuldu.
Ankara-Finlandiya Mektuplaşması
Ankara’nın kandırıldığı kısa sürede anlaşılmış, ama iş işten geçmişti. Biz yine de, özellikle dönemin Başbakan’ı merhum Ecevit ve AB dönem başkanı Finlandiya’nın Başbakanı Lipponen’in karşlıklı mektuplarında yazılanları aktaralım.
Helsinki Zirvesi’nden 3 ay sonra Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan habere göre; 10-24 Aralık tarihleri arasında özetle şunlar yaşanmıştı:
“Başbakan Ecevit 10 Aralık’ta dönem başkanı [ve] Finlandiya’nın Başbakanı Paavo Lipponen’den, AB taslağında yer alan ve Ankara’da endişe ile karşılanan Türk-Yunan sorunlarının Lahey’e 2004’te taşınmasının söz konusu olmadığı, sadece gözden geçirileceği yönünde garantiler içeren bir mektup aldı. Ankara’nın, AB’ye verdiği olumlu cevabın şekillenmesinde de önemli rol oynayan bu mektuba bir cevap verilmesi için Başbakan Ecevit derhal harekete geçti ve 10 Aralık tarihinde kendi imzasıyla kısa bir mektup yazdı. Mektup, 10 Aralık gecesi Türk hükümetini ikna için Ankara’ya Javier Solana ve Günther Verheugen ile birlikte gelen Fin Dışişleri Müsteşarı Blomberg’e, Başbakan Lipponen’e ulaştırılmak üzere verildi. Blomberg 11 Aralık günü sabah saatlerinde mektubu Helsinki’ye ulaştırdı… Ecevit’in kısa mektubu; ‘Bizim tarafımızdan bazı yanlış anlaşılmalara yol açan AB Başkanlık Konseyi sonuçlarına açıklık getiren nazik mektubunuzu aldığımı bilmenizi isterim. Mektubunuzdaki yapmış olduğunuz ve yanlış anlaşılmaları ortadan kaldıran açıklayıcı ifadelerinizi memnuniyetle karşılıyorum. Mektubunuz, sonuç bildirgesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Buna dayanarak, bu akşam hükümetimin Başkanlık Konseyinin sonuçlarıyla ilgili görüşlerini ortaya koyan bir açıklama yapacağım. Ardından da size bu açıklamanın metnini göndereceğim. Helsinki’de görüşmek umuduyla.’ şeklindeydi… Ecevit’e, 11 Aralık günü Helsinki’ye gitmek üzere yola çıkmadan önce Lipponen’e ikinci bir mektup göndermesi önerildi. Bu ikinci mektupta, Türkiye’nin Kıbrıs’ın AB adaylığı ve Atina ile sorunların Lahey’e taşınmasını kabul etmeyeceğine dair, Ecevit’in yaptığı basın açıklamasının aynen ek olarak alması gerektiği hatırlatıldı. 11 Aralık gecesi Helsinki’den geri dönen Ecevit, ertesi gün hazırlanan ikinci mektubu gözden geçirdi. Ecevit tarafından imzalanan ikinci mektup, Başbakanlık tarafından 13 Aralık Pazartesi günü Lipponen’e iletilmek üzere Dışişleri’ne gönderildi. Ecevit’in ikinci mektubu Noel tatilinin başladığı 24 Aralık tarihinde Lipponen’e ulaştı.”
İkinci mektup denilen; birkaç nezaket cümlesinden sonra Ecevit’in, 10 Aralık gecesi yaptığı; “Lipponen’in yazılı mesajını AB hukukunun bir parçası saydığına” ilişkin değerlendirmesi ile “Yunanistan’la sorunların çözümünün AB üyeliği hazırlık müzakerelerimizin başlatılması için bir önkoşul olarak öne sürülmesini kabul etmemiz söz konusu değildir. Kıbrıs konusunda kararlı tutumumuzu sürdüreceğiz. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Kopenhag kriterleri doğrultusunda kendiliğimizden adımlar atıyoruz ve atmaya devam edeceğiz.” şeklindeki açıklamasının gönderilmesinden ibaretti.
Ve Hürriyet’e göre; “bu mektuplar, Türkiye’nin AB adaylığını alırken, Kıbrıs ve Yunanistan ile olan meselelerde kesinlikle taviz vermeyeceğinin en somut belgesi olarak tarihin kayıtlarına geçmişti”!..
Sonuç: dönem başkanı imzalı sözde teminat mektubuna rağmen, geçen 22 yıllık sürede AB’nin -başta Kıbrıs, Ege ve insan hakları adı altında yeni azınlıklar yaratma olmak üzere- ciğerlerimize nasıl pençe attığını, ayrıca ne yaparsa yapsın Türkiye’yi asla üyeliğe almayacağını yaşayarak gördük, değil mi?
Yazılı teminata rağmen AKP döneminde gerçekleşen ikinci “kanmayı” da yarına bırakalım.
Müyesser YILDIZ
29 Mayıs 2022