İçeriğe geç

MİT Savaşını Anlama Rehberi

SORU 1 : GÜL BİLİYOR MUYDU ?

Türkiye satranç tahtası, birilerinin ifadesiyle ise “bit pazarı”…

Oynayanlar da var, oynatanlar da. “Bit pazarı”nda her şey, herkes var…

Apocular da, Barzaniciler de…

İsrail de, cemaat de…

Güç savaşı da, Dink cinayeti de…

Futbolda şike de, 6 milyar dolarlık “duygusal” pay da…

Ve tabii İsrail’e, NATO’ya tam “sadakat” ve Suriye ile İran’ı halletme de…

MİT savaşları üzerinden alenen “boyun kırma” operasyonu yapılıyor.

“Bit Pazarı”nda tek şey yok: Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin çıkarları, güvenliği, birlik-bütünlüğü.

Üzerimize düşmesine ramak kalan çığı veya ülkeyi yerle bir edecek 10 şiddetindeki depremi hissetmememiz için elbirliğiyle asrın oyunu sahneleniyor da olabilir. Öyleyse “pes”… Ama sonuç değişmiyor.

Münih Güvenlik Konferansı’nda bu yıl Suriye masaya yatırıldı. Başka birine değil, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na “Gelecek yılki toplantıda hangi ülkenin ele alınacağı” soruldu.

Çok belli; ajandada Türkiye var.

Zaten 10-15 yıl önce Avrupa’da bir yerlerde, “2012’de Türkiye’de iç savaş” senaryosu yazılmamış mıydı?

Bugünü anlamak için mutlaka 2002-2003’e, Gül’ün Başbakanlık dönemine gitmemiz gerekiyor.

KCK: Düz ovada siyaset

“Ergenekon” senaryolarının flaş ismi, AKP milletvekili Şamil Tayyar 4 ay önce çıkardığı Kürt Ergenekonu adlı kitabında: “PKK’yı MİT kurdurdu.” dedi.

Bugün MİT-Emniyet savaşlarından öğreniyoruz ki, KCK’yı da MİT organize etmiş!..

Doğruysa, “Silahla varılacak yere varıldı; haydi düz ovaya!” noktasına gelinmiş.

Ki, KCK’nın 2007’de, MİT-İmralı görüşmelerinin yoğunlaştığı bir dönemde Öcalan’ın emriyle kurulduğunu yine Tayyar’dan öğreniyoruz.

İmralı’dan Gül’e mektup

Yine bugün İmralı’dan devlet yetkililerine, Kandil’e giden mektup, talimat, ses kayıtlarının ele geçirildiğinden söz ediliyor.

Tuhaflık şu; KCK operasyonları hızlandığından beri BDP’liler ve Kandil: “AKP’lilerin de telefon kayıtları var, açıklarsak altında kalırlar.” dedi.

Kimseden itiraz gelmedi. Belli ki bunlar herkesin bildiği “sırlar”mış!..

Biz 2002-2003’e gidelim. Referansımız yine Şamil Tayyar. Cumhurbaşkanı Gül’e de doğrulatıp yazdığı için önemli bunlar.

Gül’ün Başbakanlık döneminde, İmralı’dan giden bir mektuptan söz ediliyor mesela.

Gül’ün, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’la görüşüp PKK için af plânı hazırlatmasından da…

Ekibe dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek de dahil oluyor.

O plân, Temmuz 2003’te Eve Dönüş Yasası adıyla çıkıyor.

Ama Gül’ün istediği bu değil. Onların hazırladığı “devlet mutabakatı” şöyle: PKK’nın dağda 250 civarında yöneticisi var. Bunlar Irak, İran ve Suriye’ye dağıtılarak eritilir. Kalanların tamamı da affedilir.

İşte bu “devlet mutabakatı” AKP’deki milliyetçilere çarpar ve hayata geçirilemez.

Yıllar sonra Köşk’teki Gül, Şamil Tayyar’a plânı doğrularken, eksik çıkarılan yasayla bu fırsatın kaçırıldığını anlatıp şu “tarihi” ifadeyi kullanır:

“Kürt meselesi çözülmeden büyük devlet olamayız. Kim ne derse desin; bu olay siyasi bir olaydır, siyasi çözüm gerekir.”

Aslında ABD’nin istediği bu plân rafa kalkmadı; hiç gündemden çıkmadı.

Kâh 2005’te MİT plânı oldu, kâh 2007’de David L. Philips, 2008’de Talabani, 2009’da Henry Barkey ve 2011’de de Cengiz Çandar adıyla servise kondu.

Damarlarımıza zerkedilen

Bugüne gelelim; Oslo görüşmeleri ile “hazmetme” kapasitemiz ölçülmüştü.

MİT-Emniyet savaşıyla imzalanan protokol ortaya döküldü. “Türk tarafı” olarak (karşı taraf kimse…) neler kabul edilmemiş ki…

Ortaya fırlayan “çözümcüler” nasıl da bunu “normal”leştirip MİT’in “büyük başarısı”nı anlatıyor!..

Damarlarımıza zerk ediliyor yani… Her zamanki gibi, “şerden hayır” çıkaranlarca!..

“Savaş” görüntüsünün “gizli kazananları” belli değil mi?

Apocular, Barzaniciler

Bu noktada yeniden KCK operasyonları ve Şamil Tayyar’a dönmemiz gerekiyor.

Hani MİT’in bu operasyonları istemediği, engellendiği, polisin ise aslanlar gibi çarpıştığı anlatılıyor ya…

Bakın Şamil Tayyar ilk operasyonun yapıldığı 2009 için neler anlatıyor:

“KCK operasyonları sadece PKK yandaşları ve BDP’liler için can yakıcı bir durum değildi. Devlet içinde de KCK operasyonlarını sulandırmaya yönelik operasyon yapıldı…

O tarihte İçişleri Bakanlığı ve MİT’teki kimi üst düzey yöneticiler KCK operasyonu konusunda görüş ayrılığındaydı. Görüş ayrılıkları Başbakanlık ve Çankaya’ya kadar yansıdı. O nedenle KCK operasyonları ile umut edilen sonuçlar ilk dönemde alınamadı, operasyonlar ağır aksak yürütüldü…”

Başbakanlık ve Çankaya’nın görüş ayrılığı!..

Kim ne yana düşüyor acaba?

2002-2003’ü 10 Eylül 2003’e ait bir İmralı notuyla bitirelim.

Öcalan, “devletle yürüttüğü” görüşme hakkında avukatlarına şunları anlatır:

“Ateşkes sürecinde de karşılıklı yazışmalar devam etti. Bir süre sonra ‘Sizinle de görüşeceğiz, af falan da gündeme gelebilir. Gücünüzü dağların uygun yerine alın, biz saldırmayacağız. Kontrol edemediğimiz güçlerden doğru bir saldırı gelirse de meşru savunmanızı yaparsınız.’ dediler. ‘Güvence nedir?’ diye sordum; ‘Güvenceniz sizin siyasi gücünüzdür.’ dediler. ‘Diğer sorunlarımızı demokratikleşme süreci içinde çözeriz.’ denildi.”

Bugün “suç”, hatta “ihanet” denilen veya “Görevdi.”, “Değildi.” diye tartışılan işlerin 2003’ten beri yapıldığı ortada. Dün neden “suç” değildi de bugün “suç”; veya tersi?!..

Başka hesaplaşmaların da yaşandığı besbelli.

Devlette, Apocu-Barzanici ayrışması gibi!..

Barzani’nin 21 Mart’ta bağımsızlık için nabız yokladığı, özellikle de Türkiye’yi iknaya çalıştığı haberleri tam da bugünlerde duyurulmadı mı?!.

GÜL’ÜN HABERİ OLDU MU ?

“Kürt sorunu”nu en çok sahiplenen, “iyi şeyler olacak”ın mimarı Gül’ün en başından beri işin içinde bulunduğunu, hatta “oyun kurucu” sıfatını hak ettiğini anlatmaya çalıştım şu ana kadar.

Peki “son”da; yani MİT’çilerin savcılığa çağrılmasında neredeydi?

O ki, Başbakan Erdoğan ancak yayınlandıktan sonra öğrendiği halde, 27 Nisan e-muhtırasından, yayınlanmadan 1 saat önceden haberdar (o zaman Dışişleri Bakanı idi) olmuş biri.

Hükümetin yine bilmediği, yüzlere vuran şoktan belliydi.

Şimdi merak ettiğim şu: savcılık acaba önceden Cumhurbaşkanı’nı bilgilendirmiş miydi?

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Başbakan’dan önce soluğu Çankaya’da alması normal miydi?

Cemaat bu işin neresinde

12 Haziran zaferini kendi “eseri” sayan cemaatin Başbakan Erdoğan’ın önüne koyduğu listeyi tekrarlamayacağım.

İsrail ve PKK konusunda nerede duruyor ona bakalım:

İsrail’le ilişkilerin Mavi Marmara yüzünden bozulmasından duyulan rahatsızlık bizzat Gülen tarafından dillendirildi. Washington’dan yazan Ali H. Aslan da her fırsatta: “Yeter ama!” bağlamında uyarılar kaleme aldı. Ve bakın bu krizden sadece 10 gün önce Zaman Gazetesi’nde hangi analize yer verildi.

Yazan Polonya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Türkiye uzmanı Karol Kujama. “Türkiye-İsrail Çatışmasına Dair Çözümler” başlıklı makalede önce şu tespitler yapılıyor:

“Türkiye’nin İsrail’e karşı bu kadar sert bir tavır takınmasının birkaç sebebi var. Öncelikle Erdoğan’ın çıkarlarının bir sonucu. İsrail karşıtı söylem, hem liderlik rolüne soyunduğu Arap ülkeleri hem de kendi ülkesindeki konumunu güçlendirmeye yardımcı oluyor.

İkinci neden, iki ülkenin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının çatışmasıdır. Bir diğer çatışma alanı İran’a yönelik tutum….”

Yazıda, iki ülkenin ilişkilerinin normalleşmesinin ABD’nin çıkarına olduğu, Erdoğan’ın Obama ya da Clinton’un kişisel ricasını gözardı edemeyeceği (Erdoğan’ın onların ricası üzerine ikinci gemiyi Gazze’ye göndermediği hatırlatılıyor) belirtilse de bunun köklü bir çözüm olmadığı anlatılıyordu.

Peki neydi kesin çözüm; okuyalım:

“İsrail ve Türkiye’deki hükümetlerin bugünkü bileşenleriyle bu imkânsız gözüküyor. İlişkilerin düzelmesi ancak Türkiye veya İsrail’de siyaset sahnesinin değişmesiyle gerçekleşebilir. Erken seçim ihtimali bir yana, İsrail’de hükümetin 2013’te değişeceği düşünülünce bu değişikliğin öncelikle İsrail’de olması daha muhtemel…”

Son cümleyi geçelim; ABD ve İsrail’in 2013’e kadar beklemeye tahammülünün olmadığı, “savaş davullarının” çoktan çalmaya başladığı aşikâr!..

Ya Türkiye’de siyaset sahnesi değişirse?..

Hepsini geçelim; böyle bir yazının bizatihi Zaman’da yayınlanması başlı başına anlamlı değil mi?

Hocaefendi KCK operasyonunu neden destekliyor

Gelelim cemaatin PKK-KCK karşısındaki konumuna;

“Çözüm””planlarına en büyük destek onlardan geldi. Barzani’ye daha yakın durulsa bile Öcalan’a “paşalık” ünvanı o cenahtan bahşedildi vs.

Bu “seviyeli birliktelik” ne zaman koptu? PKK cemaat yurtlarına saldırınca ve Hocaefendi’nin “Kürt Sorunu” ile ilgili son açıklamaları PKK tarafından “kes-yapıştır” işleminden geçirilince…

Yani tabir-i caizse “ilkesel” değil, tamamen “duygusal “!..

İşte ondan sonra PKK’ya en sert muhalefeti de, KCK operasyonlarına sınırsız desteği de onlar üstlendi. Hâl böyleyken PKK ile görüşmelerin yeniden başlaması kabul edilebilir miydi?

Burada 28 Ekim 2011’de “Amerikan Elçisi’nin 1 Nisan Şakası Herşeyi Açıklıyor” başlıklı yazımda dikkat çektiğim bir “taziye ilânı”nı hatırlatmam gerekiyor.

PKK Hakkâri’ye 8 koldan saldırdı, 24 şehit verdik ve MİT’imiz o günlerde İsrail-Filistin esir değişimiyle meşguldü hani. Fethullah Gülen imzalı şu taziye ilânı yayımlandı:

“Güroymak ve Çukurca’da meydana gelen terör olaylarında şehit düşen ve yaralanan vatan evlâdının haberleri yüreğimizi dağladı. Yaşanan bunca müessif hadise ve istihbarat çalışmalarına rağmen gereken hassasiyetin ve tedbirin alınmaması sonucu göstere göstere gelen saldırılar, karanlık oyunların bu topraklar üzerinde sahneye konulmasından ibarettir…”

Ben de o yazımda dedim ki: “Buraya yazıyorum; Beşir Bey veya Hakan Bey…Üç vakte kadar birilerine (mecburen) fatura kesilecek!..”

Belli ki o fatura çok gecikti!..

Zira Erdoğan, Atalay’ı himayesine aldı; Fidan’a da “kefil” oldu. Hatta ne kadar isabetli bir seçim yaptığını anlattı.

Cemaat medyası

Ve cemaat medyasının KCK operasyonlarına yaklaşımı… Yine haberi onlar atlattı, onlar yazdı.

Günü gününe polisin kimin bilgisayarında, evinde ne bulduğu aktarıldı. Bir noktada durdu. Bugün konuşulan, Diyarbakır BDP binasında ele geçirildiği söylenen “belge, mektup, ses kayıtlarından” haberlerinin olmaması mümkün mü?

Onlar ki; kimlerin tutuklanacağını, kimlerin nerede yargılanacağını hâkimden, siyasilerden önce bilenler; öngörenler!..

Şayet sadece MİT Müsteşarı ve eski MİT’çiler değil; Adalet Bakanlığı ve Başbakanlık bürokratları, oradan da Başbakan Erdoğan’a uzayacağı tahmen edilen o “suç delilleri”ni biliyorlardı iseler: “Neden yazmadılar? Son 1-2 ayda neler oldu; ne görüşmeler yapıldı?” diye insan merak ediyor haliyle.

Sahi Başbakan’ın yatak odasını kimler dinlemişti, onun üzerine niye gidilmedi?..

Eğer bu savaş uzarsa, kaset-belge piyasası yeniden ve epeyce canlanacak demektir!..

MİT-Emniyet savaşında grup medyasının göz yaşartıcı “haberciliğini” görmüşsünüzdür.

STV’de 4’üncü, 5’inci haber, gazetede 2 sütun yer aldı ilk günlerde. Ve hep de diğer gazetelerin “iddiası” olarak verildi. Üçüncü günden sonra ufak ufak, MİT karşısında konuşlanıldı, Başbakan’a “görevleri” hatırlatıldı, “MİT’ten sonra sıranın medyadaki PKK’lılara geleceği” hissettirildi.

Ama dikkatinize sunmak istediğim başka bir haber var.

Türkiye’nin MİT-Emniyet darbesine uyandığı 8 Şubat günü, haberi 2 sütunda gören Zaman’da şu ilginç haber vardı: MİT ve Emniyet’in silah alımlarında Genelkurmay’ın veto hakkı kaldırılmıştı…

Bu haberi biraz açmamız lazım…

İktidar 2010’da bu iki kuruma ağır silah ithal etme yetkisi veren bir tasarı hazırladı; ancak bu tasarı tepkiler üzerine yasalaştırılmadı.

12 Haziran seçimlerinden sonra Avrupa Birliği Bakanlığı ile ilgili çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ile o iş halledildi.

Zaman’ın haberinden öğrendik ki, bu KHK ile Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ndaki yaklaşık 6 milyar dolarlık kaynak MİT ve Emniyet’in de kullanımına açılmış. Dahası hükümet bu alımların, Savunma Sanayii İcra Komitesi kararı ve onayı olmaksızın, bakan ve Başbakan onayı ile yapılmasını kararlaştırmış.

Böylece Genelkurmay’ın herhangi bir alım için veto yetkisi ortadan kaldırılmış. Oysa çok değil, 1 ay önce Savunma Sanayi Müsteşarı Murat Bayar, fonun sadece TSK için kullanılacağını açıklamıştı.

Dile kolay; 6 milyar dolar…

Kimlerin ağzı sulanmaz, kimler bunun için meydan muharebesi yapmaz ki?!..

Cemaatle ilgili son bir not: savcı, “Ergenekon’un yargı ayağı” imiş. İktidar yandaşı medya “mezarlıktan geçerken” bu ıslığı çalıyor. O Savcı “ETÖ”cü olacak ve cemaat onu, davayı böylesine sahiplenecek; hiç aklınız alıyor mu? Ha, yarın “ateşkes” sağlanır, o savcı da feda edilir; bilemem!..

Kuşatma: Kartlar karılırken…

Mümkün olduğunca yorumsuz son 20-25 günün kronolojisini sunuyorum:

Mehmet Altan Star’dan atıldı. Altan, Cengiz Çandar’la birlikte Gül’e en yakın isim. Altan’ın işine son verilmesi Erdoğan’ın 2. Cumhuriyetçileri “demokrasi tramvayı”ndan attığı mesajıydı adeta. MİT’in Tarafçıları dinlediğinin “sıcak savaş” başladığı gün açıklanması da tesadüf değildi belli ki!.. Eğer doğruysa o dinlemelerle ne yapılacaktı acaba?

Dink cinayetini yazan, suçu da tamamen askere yıkan Bugün Gazetesi Ankara Temsilcisi Adem Yavuz Arslan, 22 Ocak’ta Zaman’da yayınlanan röportajında, “cinayetin derin devlet ve Ergenekon bağlantılarının ortaya çıkarılması” için şunu önerdi: “MİT ve Jandarma’nın tüm arşivlerine, kozmik odalarına girilmesi lâzım.” (Sahi MİT’in irticai oluşumlar listesi ne oldu? TSK’nın kozmik odasında ne arandı? Aranan bulundu mu?)

Adem Yavuz Arslan, Emniyet muhbiri Erhan Tuncel’in serbest bırakılmasını da: “Devletin adamı olduğu teyit edilmiş oldu. Ayrıca mahkemenin bu kararı, bugüne kadar Erhan Tuncel ve devleti –polisi suç ortağı göstermek için yapılan propagandanın da suçun özüyle ilgisi olmadığını ortaya koydu.” diye değerlendirdi.

28 Ocak 2012’de Zaman’da, Türkiye-İsrail Çatışmasına Çözümler başlıklı, “Ya Erdoğan ya da Netanyahu gitmeli” anlamına gelen o yazı yayınlandı.

1 Şubat’ta İran’ın dini lideri Hamaney’in askeri danışmanı Tümgeneral Yahya Rahim Safevi, “Türkiye’nin, Suriye’ye sorun yaratması için Katar yönetiminden milyarlarca dolar aldığı”nı iddia etti. Yalanlayan çıkmadı.

2 Şubat’ta Barzani’nin 21 Mart itibariyle “Kürdistan”ın bağımsızlığını ilan etmek için çeşitli ülkeler nezdinde görüşmeler yaptığı duyuruldu.

3 Şubat’ta Dink cinayetindeki hedef isimlerden biri olan Ramazan Akyürek’in Teftiş Kurulu Başkanlığı’na atandığı ortaya çıktı. (Bunu da çok merak ediyorum; acaba Erdoğan’ın bilgisi ve onayı var mıydı?)

4 Şubat’ta Erhan Tuncel, “Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in Ergenekon ilişkisinin araştırılmasını isteyeceklerini” söyledi. (Şimdi, Bugün Gazetesi’nden Adem Yavuz Arslan’ın görüşlerini bir daha okuyun lütfen)

Unvanlar bit pazarına düştü

Ara başlık koydum; çünkü Fethullah Gülen devreye giriyor.

Tarih 4 Şubat. Hoca’nın kitaplarını, konuşmalarını derleyen Ahmet Kurucan o gün Zinhar, Zinhar başlığı ile Hoca’nın ağzından şunları aktardı:

“Aşk u şevk ile hizmet etme başkadır, kahramanlık yapıyorcasına aşk u şevk ve neş’e u tarab içinde bulunma başkadır. İkincisinde Allah cezalandırır… Mesela sevdiklerinizi dengeli sevin, olmadık makamları onlara vermeyin. Herkes sizin onlara verdiğiniz makamı, mansıbı, değeri kaldıramayabilir. Yaptığı şeyleri kendinden bilebilir… Doğrusu birbirimize karşı fevkalade sadakatle muamelede bulunmaktır. Bakın, sahabe-i kiram bizim birilerini hep ön plana çıkarttığımız gibi kimseyi ön plana çıkartmamış, birbirlerini i’zam etmemiştir; ama hep sadakat içinde bulunmuşlardır.

Günümüzde birilerine makam veya ünvan verme BİT PAZARI malı gibi oldu. Herkes, herkese birşey diyor. MEHDİLER aldı başını gidiyor. Temkinli olmak zorundayız, itidal içinde davranmak mecburiyetindeyiz. Ne kimsenin BOYNUNU KIRALIM, ne de haset ve rekabet hislerinin bu kadar yaygın olduğu bir dönemde, birilerini ön plana çıkartarak, DOST CEPHEYİ kıskandıralım. YENİ CEPHELER açmayalım. İnsanları rekabete ve günaha sevk etmeyelim. Zinhar, zinhar!..”

Hoca’nın bu fetvasından 2 gün önce Başbakan Erdoğan “dindarlık” açılımı yapmıştı. Gelen “felâketi” görmüş, duymuştu da set mi kurmaya çalışmıştı acaba?

İslam birliği mi, Esad’ın işini bitirme mi?

Takvimimize devam edelim :

6 Şubat’ta Zaman’ın İslâmcı damarı Ali Bulaç, haftalardır yaptığı uyarı ve eleştirileri zirveye taşıyıp: “İslâm birliği şart. İslâm dünyası Alparslanları, Osman Beyleri, Belaheddinleri bekliyor… İslâm dünyası Sünni-Şii iki ana kutba bölünürse bu bizim felâketimiz olur… İran Şiiliği, Mısır ve Suudiler Sünniliği, Türkiye lâikliği bayraklaştırırsa hepsi kaybeder.” diye feryat ederken Washington’dan Ali H. Aslan, “Ankara’nın bugün ABD bombaları Esad’ın başında patlasa için için sevinecek durumda olduğunu” yazdı. ABD’nin Türkiye’ye, “Esad’ın işini sen bitir, beni fazla bulaştırma” dediğini de belirtip Davutoğlu’nun ABD ziyaretine dikkat çekerek, “Ankara’nın her an Suriye konusunda zor tercihlere hazır olması gerektiğini” duyurdu.

6 Şubat’ta Erhan Tuncel bir kez daha konuştu: “Biz, Trabzon ve İstanbul’daki polisleri ‘Ergenekoncular’ın içindeki uzantıları olarak düşünüyoruz. Ramazan Akyürek’in sorumluluğu var. Kendisine gelen bilgiyi paylaşmamış. Çok başarılı bir istihbaratçıdır, Ergenekon operasyonlarını yaptı. Onun görevden alınması Türkiye için bir kayıptı. Bizi Trabzon, İstanbul Emniyeti ve savcı kullandı. AKP buradaki polisleri yargı önüne çıkarmalı. Koskoca bir Genelkurmay Başkanı’nın tutuklu olduğu bir ülkede 3 tane polis ortaya çıkartılamıyorsa, bu da AKP’nin polis devletine doğru gittiği iddiasını doğruluyor. Dink cinayetini çözmezse ve o polisleri yargı önüne çıkartmazsa iddialar doğru demektir.” dedi.

Savaştan önceki 2 saat

Geldik 7 Şubat’a…

Yani “sıcak savaş”ın başladığı geceye… Yeniden ara başlık ihtiyacı hasıl oldu; çünkü o gün Fethullah Hoca yine konuştu.

Savcı’nın MİT’çileri ifadeye çağırdığı saat 21.00 civarında duyuldu. Doğrulanamadı; ama haber kaynağı sağlam olmalıydı ki, Hürriyet diretti.

2 saat öncesine dönelim. STV’nin haberleri 18.00’de başladı, tam 19.00’da Hoca’nın “dindarlıkla” ilgili açıklaması kendi sesinden yayınlandı. Ağzım açık kaldığından not alamadım. Bir de: “Nasılsa yarın Zaman Gazetesi yayınlar.” diye düşündüm.

Hoca’yı dinlerken ağzım açık kaldı; zira adeta isim vermeden Erdoğan’a ağır şekilde yükleniyordu. Dindarın nasıl olması gerektiğini anlattı. Kibirli olmayacaktı, yolsuzluk yapmayacaktı vs. Son cümlesini ise unutmak mümkün değil: “Yolsuzluklarım ortaya çıkmasın diye muhaliflerini susturan Müslüman olamaz.” demeye getirdi!..

O konuşma ne ertesi gün ne de sonrasında Zaman’da yayımlandı… Zaten sabahına da çanak-çömlek patladı!..

NATO’da 60. Yıl

“İslâm düşmanı” ilân ettikten sonra Obama’yı üzmemek için Nato Genel Sekreteri yapılmasına razı olduğumuz Rasmussen, Türkiye-NATO ittifakının 60. yılı törenleri için teşrif ediyor. Ajandasında “AB-NATO işbirliği”; yani Rum kesiminin NATO’ya katılımı var. Türkiye’yi razı edecek “denge”yi bulmuş!..

Bir de İsrail’le NATO işbirliği anlaşması imzalayacak ve artık toplantılara en üst düzeyde İsrail de katılacakmış. Malatya-Kürecik’teki füze kalkanını NATO için kurmuştuk; İsrail’le ilgisi olmayacaktı ve İran’a karşı değildi, değil mi?

AKP’nin geleceği

Başbakan Erdoğan sadece ekibini değil, kendisini de yasa değişikliği ile kurtarıyor.

Peki o yasa, AKP’den firesiz destek alır mı? Fire olursa, ne kadar olur?

Yasa çıkar… Çıkar; da Gül onaylar mı? Kuvvetle muhtemel!..

Ya CHP Anayasa Mahkemesi’ne götürürse sonuç ne olur?

10-15 gün içinde kapalı kapılar ardında çok şey yaşanacağı kesin… Yine de biz Davutoğlu’nun ABD angajmanlarını, bu arada sessiz ve derinden küresel sermaye ile tamamen bütünleşen Ali Babacan’ı izlemeye devam edelim.

“Neocon-Ergenekon” takımı kuran AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli’ye o takımı bir daha gözden geçirmesini önerip;

İç-dış şu tablodan kazananın kim olduğunu, Davutoğlu’nun o meşhur Stratejik Derinlik adlı kitabındaki bir cümleyle özetleyelim:

“Türkiye ile Suriye arasındaki diyalogsuzluk sürdükçe, kazanan taraflar Yunanistan ve İsrail olacaktır.” (shf.403)

“Dünya Yahudi İmparatorluğu” projesinin gizli protokolleri olduğu söylenir; bunlardan 10 numarada da şunun yazdığı:

“Planımızın başarıya ulaşması için destekleyeceğimiz liderlerin geçmişlerinde kara lekelerin olması gerekir. Bu liderler, sırlarının açıklanmaması karşılığı bizi destekler ve amacımıza hizmet ederler. İnsan karakteri elde edilen imtiyaz, avantaj, onur, güç ve para kaybını istemez…”

Ne yapacağız? Cumhurbaşkanı Gül’ün 10 Aralık 2011 tarihli açıklamasını esas alsak?!.. Viyana’dan dönüyordu, dedi ki:

“Demokrasi ile idare edilen hangi ülkenin vatandaşı haysiyetli olmayan, içine sinmeyen bir dış politikayı kaldırabilir? Kaldıramaz!..”

“Arap Baharı” yaşadığı öne sürülen ülkeler için söylenmiş olsa da, “kış güneşi”nde kavrulan Türkiye’ye daha çok uymuyor mu? Öyleyse hep birlikte haykıralım:

“Yeter artık !.. Kaldıramıyoruz !..”

Silivri’den kucak dolusu sevgiler,

Müyesser YILDIZ

11 Şubat 2011

Odatv Link: https://odatv4.com/yazar/muyesser-yildiz/mit-savasini-anlama-rehberi–1802121200.html

Kategori:Uncategorized