İçeriğe geç

Aydınlık Kitap Eki Röportajı

Odatv Davası kapsamında 16 ay tutuklu kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Müyesser Yıldız’ın yeni kitabı Vatan Yahut Silivri çıktı. Yıldız kitabında 90 yıl önce Bekirağa Bölüğü’ne kapatılan aydınların, subayların ve gazetecilerin başına gelenler ile Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda yaşananları karşılaştırıyor.

Yıldız kitabında öncelikle Damat Ferit hükümetinin ve işgalcilerin emrindeki Nemrut Mustafa Divanı’nı ve “işgal hukuku”nu inceliyor. Neler yaşanmıyor ki işgal günlerinde! Sahte tanıklarla ve komplolarla işgale karşı çıkan herkes susturulmak isteniyor. Tutuklama dalgaları ardı ardına geliyor. Dönemin işbirlikçi basını İttihatçılar, ordu ve Ankara’daki milliciler aleyhinde büyük bir kampanya başlatıyor. Aydınlar hapse atılıyor, subaylar Selimiye Camii’ni bombalamak istemekle suçlanıyor. Yıldız da Mütareke Dönemi’nde yaşananlarla bugün yaşananlar arasındaki çarpıcı benzerliklere dikkat çekiyor ve okuyucuya: “90 yıl sonra hangi projeler yürürlüğe sokulup, neyin paylaşımı yapılmak isteniyor da Türk milletine aynı kâbuslar yaşatılıyor?” sorusunu soruyor.

İşgal döneminde tutuklanan aydınlar ve subaylar önce Bekirağa Bölüğü’ne getiriliyorlar. Bunların çoğu daha sonra Malta’ya sürülüyor. Müyesser Yıldız, Ziya Gökalp’in Malta ve Limni’den yazdığı mektuplarla bu acıklı sürgünün hikâyesini anlatıyor. Ama son gülen işgalciler ve işbirlikçileri olmuyor. Gün geliyor; tutuklamaları yapan Nemrut Mustafa Bekirağa Bölüğü’nün, Vahdettin ise Malta’nın yolunu tutuyor. Müyesser Yıldız hücresinde tek başına kaldığı günlerde okuduğu Ziya Gökalp’in mektuplarından muazzam bir tarih dersi çıkarıyor.

Yıldız’ın kitabı aslında ilginç bir zamanlamaya sahip. TÜBİTAK’ın aylar sonra gelen raporuyla bilgisayarındaki virüslerin varlığı tescil edilen Müyesser Yıldız Vatan Yahut Silivri’nin sunuşunda bu konuya da değiniyor. Müyesser Yıldız’ın hem kendisinin hem de Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy gibi davalarda tutuklanmasına neden olan raporları hazırlayan bilirkişiler hakkındaki iddialarıysa çok çarpıcı. Mütareke basınının konuya ne kadar ilgi göstereceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Vatan Yahut Silivri’ye CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan ve Vatan gazetesi yazarı Mustafa Mutlu birer önsöz yazmışlar. Mutlu yazısında Müyesser Yıldız’ın dik duruşuyla kendisine verilen cezayı “hak ettiğini” söylüyor. Gerçekten de Yıldız dik duruşuyla iyi bir örnek oluşturmuştu. Hukukun olmadığı yerde avukata da gerek olmadığını söyleyen Yıldız önce avukatını azletmiş, ardından da: “Ben yemek değil adalet istiyorum.” diyerek cezaevinde devletin verdiği yemeği yememişti. Yıldız bu süreç içerisinde sadece üşüdüğünde sarılmak için bir kedi istemiş; bu istek günlerce tartışılmıştı. Vatan Yahut Silivri’yi bu kedisiz günlerin bir ürünü olarak da ele almak mümkün görünüyor. Müyesser Yıldız belki sonunda kedisine kavuştu; ama adalet ve özgürlük arayışına hâlâ devam ediyor.

Kitap üzerine Müyesser Yıldız’la söyleşiyi Aydınlık Kitap Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı gerçekleştirdi…

Yazıcı: Cezaevinde kaleme aldığınız Vatan Yahut Silivri adlı kitabınız okurlarla buluşuyor. Kitabı yazma amacınızla başlayalım diyorum. Nasıl ve neden doğdu bu kitap?

Yıldız: Şimdi, Silivri’ye dair genelde hep bireysel ya da grup halinde sorunlar dillendirildi. Herkes yaşadıklarını, yani bir anlamda savunmasını aktardı kamuoyuna; yaşam şartlarını aktardı. Ama fotoğrafın bütününün çekilmesi lazım. Aslında çok iyi bilmediğimiz bir şey değildi bu. Tekrar eden bir süreçti bu. “Türkiye üzerinde nasıl bir operasyon yapılıyor, Silivri bu operasyonun neresinde?”yi ben çekmek istedim. Kendi kişisel yaşadıklarımı, işte bizim yargılama sürecini, ibranameyi işlemeyi anlattım. Zaten bunlar o kadar çok konuşuldu ve yazıldı ki, farklı bir şey olsun. Sadece Silivri, sadece bizlerle sınırlı bir hadise değil; Türkiye üzerinde bir ameliyat yapılıyor, bir yüzyılın hesabı görülüyor. Bu hesap içerisinde Silivri önemli bir yerde. O boyut, yani tarih perspektifiyle ne yapılmak istendiğini anlatmak için böyle bir konu tercih ettim. Daha genel bir bakış açısı olsun, daha iyi algılayalım. Çünkü tamam duygusal bir milletiz, orada yaşanan acılara ilgi gösteriyoruz; ama sonra unutuyoruz, hemencecik unutuyoruz. Ama onun önü ne arkası ne? Niye bu insanlar Silivri’deler? Ne oluyor Türkiye’de? Bunu pek sorgulamadı insanlar ya da sorgulamaktan kaçındılar. Ben somut olaylarla tarihin benzerliklerini, dilerim tarihin tekerrürü değildir diyorum ama o kadar çok ortak nokta, örtüşme var ki; yani gözlerini kapatamıyorsun bazı gerçeklere. Bu amaçla bir Türkiye’nin önüne, Silivri gerçeğinin perde arkası olmak istedim.

Yazıcı: Tam olarak belirttiğiniz gibi, tarihsel sürecin önemi, tarihin tekerrürü mantığı burada ana temayı oluşturuyor gibi. 1919-1920 Malta sürgünleri ve 2008- 2012 Silivri. Nasıl benzerlikler var?

Yıldız: Bir kere emperyalizmin Türkiye’ye bakış açısında hiçbir değişiklik yok o günden bu güne; yani o gün Türkiye’yi bölmek üzere harekete geçmişler ve büyük ölçüde de bölmüşler. Kala kala bizim elimizde bir Anadolu kalmış. Kürdistan’ı kuramamışlar. Birçok proje gerçekleşmiş; ama Büyük Kürdistan ya da Büyük Ermenistan projesini gerçekleştirememişler. Emperyalizm zaten hiçbir zaman emellerinden vazgeçmemiştir, er veya geç fırsat bulduğunda tekrar harekete geçecektir. Tarihini unutan biz olduk, onlar unutmadılar. Gerek dediğim gibi emperyalizmin Türkiye’ye, Anadolu’ya bakış açısı, tarihi hesaplarını unutmamış olması; keza Türkiye yönetiminin iyi niyetle veya işbirlikçi amaçla onlarla yakınlığı, keza gücün yanında yer alan medya, bugün yandaş medya dediğimiz medyanın tavırları ve o gün bu eziyetlere, bu zulümlere, bu haksız hukuksuz yargılamalara tabi tutulan insanların profili o kadar çok örtüşüyor ki! Ve yargılama süreçleri en önemlisi. Aynen yalancı şahitler, aynen sahte ihtarnameler, aynen cesur bir savcı aranması, o insanların cezaevlerinde yaşadıkları… O kadar çok benzerlikler var ki! Onları bir araya getirmeye çalıştım. Muhakkak eksiğim de kalmıştır. Dediğim gibi Silivri Cezaevi’nde yazmaya başlamıştım bu kitabı. Kaynaklarım kısıtlıydı. Sonrasında, hani bir an önce, gündemden de çok uzaklaşmadan; belki biraz daha üzerinde detaylı araştırma yapma imkanım olsaydı, belki daha geniş olurdu ama şimdilik bu kadar. Birebir örnekleri seçmeye çalıştım. Mümkün olduğunca yorumsuz.

Yazıcı: İlginç benzerliklerde acıların benzerliği de dikkat çekiyor. Doktor Reşit’in intiharı Ali Tatar intiharı ile benzeştiriliyor kitapta. Siyasi ve bürokratik kesimler de var tabi.

Yıldız: Tabi tabi, hepsi. Yani o süreçte TSK; yani Türk ordusu üzerinde yapılan operasyon. O dönemde de büyük bir operasyon yapılmış. O operasyon yapıldığı için Mustafa Kemal Anadolu’ya çıkmış. Zaten eğer Anadolu’ya, Samsun’a çıkmasa Mustafa Kemal de Malta Sürgünleri’nin birinci sırasında yer alacak bir isim. Böyle bir süreç. Tabi somut örnekler, sizin de dikkat çektiğiniz gibi. Doktor Reşit’in intiharı; Bekirağa Bölüğü’nden kaçarken, kaçtıktan sonra. Ve Ali Tatar. Biz Ali Tatar’ı çok çabuk unuttuk; asker için onurun ne demek olduğunu. Aslında tabi çok üzücü bir şey; intihar etmemeliydi, dayanmalıydı, direnmeliydi. Çünkü er veya geç hukuksuzlular ortaya çıkıyor, kamuoyuna mal oluyor; kamuoyu sahipleniyor, duyarlılık gösteriyor. Ama demek ki ne kadar onuruna düşkün bir insanmış ki bunu hazmedememiş, ikinci kez tutuklanmaktansa ölmeyi tercih etmiş. Türkiye onu unutmamalıydı, unuttuk ama. Ailesi neler yaşadı unuttuk. O anda ne oldu, intihara hangi noktada vardı Ali Tatar? Bu insanları tanımıyorum ben, çoğunu tanımıyorum daha doğrusu kitaptaki. Ama o günü bir hatırlatmak, insanları şöyle bir sarsmak istedim. Acı bir örnektir; Doktor Reşit’in intihar gerekçesiyle Ali Tatar’ın intihara gidişi o kadar benziyor ki!

Yazıcı: Bir de şöyle bir şey var. Diyoruz ki Malta sürgünlerini zindanlara tıkanlar -İngilizler ve o kesimde bulunanlar- bir süre sonra bu ülkeden kaçmak zorunda kaldılar ya da kovuldular. Ahmet Şık şöyle bir şey dedi: “Bizi buralara tıkanları biz bir gün oralarda göreceğiz.”. Tarih bir şekilde tekerrür edecek. Peki gerçekten bu dava sonuçlandığında sizleri hücrelere tıkanlar kendileri de oralara girecek mi? Ne dersiniz?

Yıldız: Bugünden: “Yarın sonuçlanır.” diyemeyiz. Çünkü dünya konjonktürüyle Türkiye üzerindeki siyasi hesaplaşmanın nerede sona ereceği, durup durmayacağı ve Türkiye’deki uyanış belirleyecek onu. Sadece Silivri’den kurtuluşu değil, Türkiye’nin kurtuluşunu o uyanış belirleyecek. Şu anda görüyorsunuz; etrafımız topyekün ateş çemberine dönmüş. Suriye, İran, Ermenistan hazırlıkları; 1915 yaklaşıyor, onun hesaplaşmaları… Birtakım şeyleri daha da hızlandıracak. Bu hesaplaşma bir yerde noktalanacaktır. Türk Milleti bunları yaşadı, yine altından kalkacaktır; ama ne kadar sürede? Bu olduğunda elbette ki hukuk dışı değil, onlar gibi intikamcı bir amaçla değil, hakikaten; sahte demokrasi değil, sahte hukuk değil, gerçek demokrasi, gerçek hukuk ve adalet içerisinde elbette ki bu dönemin sorumlularından hesap sorulacaktır. Biz göremezsek torunlarımız görecektir. Ben nasıl bugün 1919 – 1920’yi sorguluyorsam, birileri de erkenden değil ama bir 15 – 20 yıl sonra, belki 50 yıl sonra: “Türkiye bu noktaya nasıl geldi?” diye sorgulama ihtiyacı duyacaktır. Biz de onlara en azından tarihi bir not bırakıyoruz. Hukuk önünde olmasa da vicdanlar önünde mahkum olacaklardır, buna inanıyorum. Ben de cezaevinden çıkarken şunu söyledim: “Adalet, ancak bunun sorumluluları bu dünyanın Silivri’si ya da öbür dünyanın Silivri’sine konduğunda tecelli edecektir.” Bakın üzerinden neredeyse 100 sene geçti, biz Malta Sürgünleri’ni konuşuyoruz. Dilerim bir 100 sene sonra Türkiye Silivri sürgünlerini konuşmak zorunda kalmaz.

Yazıcı: Kitabın felsefesi o zaman şunu gösteriyor: tarih bize bu işin nereye varacağını gösteriyor aslında. Yani bu yüzden yazdınız da diyebilir miyiz?

Yıldız: Elbette. Yani, artık ne zaman uyanacağız? Tarihimizden ne zaman ders çıkaracağız? Dünya büyük paylaşım savaşları yaşıyor, emperyalizm en acımasız haliyle bir kez daha dünyanın karşısına çıkmış. İlla canımız mı yanacak? Yandı zaten, çok yandı. Diliyorum ki bizim ödediğimiz bedellerle sınırlı kalır Türkiye’nin ödeyeceği bedeller. Tabiri caizse yumurta kapıya dayanınca ya da insanın kendi canı yanınca uyanırız biz. Neyse işte uyanın artık, tarih anlatıyor işte! Bize inanmıyorsanız tarihe inanın. Türk Milleti bu tarihin altından kalkmıştır, yine kalkmalıdır diye umuyorum ben.

Yazıcı: Kitabınızın bölümlerine bakarken şöyle bir başlık gördüm: Herkes Çıldırmış, Millet Sarhoş. Bugün de durum aynı mı?

Yıldız: Bu sarhoşluk bugün hakim belki ülkeye, ama düzelecektir. O söz Ziya Gökalp’indir. Orada Malta Sürgünleri sürecindeki maddi ve manevi şartları en iyi aktaran en büyük Türk ideoloğu Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp Kürt kökenlidir, benim gibi. Benim haddim değil tabii ki kendimi Ziya Gökalp’le kıyaslamak. Aksine bizim Türk aydının ne kadar geriye gittiğini bir kez daha gördüm ben, Ziya Gökalp’in Malta’daki mektuplarını okurken. Orada bile ne kadar büyük bir tefekkür içinde. O gün Ziya Gökalp’in tespiti: “Millet sarhoş.” diyor. Biz de belki bugün sarhoşuz. Bizim sarhoşluğumuz tüketim, popüler kültür, Batı kültürü; kendi değerlerimizden, kendi köklerimizden, tarihimizden koparılma… Yani bugün biz eğer Atatürk milliyetçiliğinin ders kitaplarından çıkarılmasını, üniversitelerde kaldırılmasını konuşuyorsak hakikaten uyuşmuşuz demektir. Bize narkoz yapılmış. Bu ülkeyi kuran, bu mücadeleyi veren insanın resimleri çöplere atılıyor, heykellerine saldırılıyor, ideolojisi ders kitaplarından çıkarılıyorsa ve ülkede yaprak kıpırdamıyorsa bunu artık ben bir şok olarak adlandırılıyorum. Ama o şoku atlatacağız.

Yazıcı: “İnsanlar tahammül ettiği için zulüm vardır.” Başka bir başlık da bu. Sizin bu kitabı yazma amacınız buna tahammül etmediğinizi mi gösteriyor? İçeride hala tutuklu bulunanlara da tahammül etmemelerini mi salık veriyor?

Yazıcı: Elbette, tam bir isyandır. 15 lira mıdır kurşunun bedeli? Türkiye’yi ve beni düşman belleyen, karşıma gelip bu 15 liralık kurşunla alnımın ortasından vursa daha şerefli bir iş yapardı. Üç kuruşluk kasetlerle insanların hayatı karaltıldı bu ülkede, bir şeyler dizayn edildi. Siber savaşlar çağındayız. Türkiye bu savaşlarda her türlü saldırıya açık. Türkiye’nin ana muhalefet partisi dizayn edildi, ana muhalefet partisi lideri görevden uzaklaştırıldı; Milliyetçi Hareket Partisi dizayn edildi, aydınlar dizayn edildi, TSK dizayn edildi ve kimse bunun hesabını sormadı. Unutturdu, unutturuldu. Herkes ürktü, korktu. Ben cezaevinde de söyledim: “Birilerinin bunlara herkesi korkutamayacaklarını, herkesi satın alamayacaklarını göstermesi gerekiyor.” dedim. Ben doğru bir iş yaptığıma inanıyorum, yanlış bir şey yapmadım. Buna rağmen bu insanlar benim on beş ayımı çaldılar. Ben bunu yutmam, yemem. Kendi kişisel kavgamı vermiyorum ama. Kendi kavgamı vereceğim günler de gelecektir. Bugün ülkem bu kavgayı vermek durumunda. Evet, ben tek başıma 50 yaşında 45 kilo bir kadın olarak size meydan okuyorum, sizin tehdidinizi görmüyorum, kabul etmiyorum. Bu kitap da bunun bir yansımasıdır. Cezaevindeki yemek boykotu: Senin yemeğini istemiyorum, ihtiyacım yok sana. Evet, ben isyan ediyorum. Aksi takdirde zulme veya bu haksızlığa tahammül edildiği, kanıksandığı için bu kadar pervasızlaştılar. Bakın ben Amerika’ya kadar peşine düştüm virüs çetesinin. Oradan bir yerlerden geliyor bu. Birileri bunları ortaya çıkarmak zorunda. Bunun kavgasını veriyorum ben. Tahammül etmeyeceğim bu zulme. Mahkemede savunma yapmayı reddetmemle. “Ben sizin hukukunuzu tanımıyorum.” dedim, “Çünkü yaptığınız kanuni bile değil. Biz gazetecilerin yargılanacağı yer Özel Yetkili Mahkemeler değildir. Birileri istiyor diye, sırf birilerinin zevki için mi tutuklandık biz?”. Birileri istediği için insanları yakmaya devam etmeyelim. Gerçek hukuk konuşturulmalı. Ben de hukuki yollardan başvurabileceğim her yerden hakkımı aradım.

Yazıcı: TÜBİTAK raporu açıklandı. Çok ciddi ve net bir cevap. Sizin on beş buçuk ayınızın aslında boşu boşuna çalındığı ortaya kondu. Şimdi akla iki soru geliyor: bu komployu kuran kim ve daha önce bu komplo neden açığa çıkarılmadı? Bilirkişi böyle bir rapor çıkarabiliyordu madem, neden daha önce bilmedi?

Yıldız: Ben tutuklanmadan, savcılar ya da medya tarafından Ergenekon örgütü üyesi ilan edilmeden önce zaten sorgulayarak fotoğrafı çekmiştim. Ben mahkemede söyledim: “Devlet içinde çete var. Devlet içinde devlet olmaz; o devlet yıkılır, kimseye yar olmaz.”. Benden 6 ay sonra Recep Tayyip Erdoğan: “Devlet içinde devlet olmasına izin vermem.” dedi. Birileri ülkeyi, devleti ele geçirmeye çalışıyor; içerde de savaş var, dışarda da. Direnecerek güçler de bertaraf ediliyor, insanlara gözdağı veriliyor. İnsanlar korkuyor, kimse ne yapacağını bilemiyor. Bu başından itibaren sorgulanmalıydı, tablo görülmeliydi. Bizim tutuklanmamızın tek hayırlı sonucu bu oldu: gazeteciler cezaevine alınınca medyadaki baskılara rağmen süreç nihayet sorgulanmaya başlayıp yavaş yavaş kamuoyuna yansıdı. Hepimizin canı yandı. Dilerim ödenecek bedeller bizim ödediklerimizle sınırlı kalır. Benim bir sözüm daha var: “Bu süreçte gördüm ki polis savcı olmuş, savcı hakim olmuş, hakimin ne iş yaptığını anlayamadım.” dedim ben. İddianameyi polis hazırlıyor, savcı hüküm veriyor. Bugün TÜBİTAK raporuyla gördük ki, evrensel ilke olan masumiyet karinesi bu davalarda ayaklar altına alındı. İnsanlar gazete manşetleriyle yargısız infaza tabi tutuldu. Biz hakkımızdaki suçlamaları görmeden, yandaş medyada bizim çarşaf çarşaf ipimiz çekildi. 6 ay yedik, bizim avukatlarımız göremediler. Masumiyet karinesi ayaklar altına alındı, kimsenin kılı kıpırdamadı. TÜBİTAK raporunda bu bilgisayarlarda virüs var diyor. Yani bu şüpheli durumdur, artık o delilin çöpe atılması lazım. Bu şüpheden sanığın yararlanması lazım, savcının bireysel tahliye talebinde bulunması ve sanığın tahliye edilmesi lazım. Peki neden bu kadar gecikildi? Demek ki birileri bizim herbirimiz için bir yatma süresi öngörmüş. Veysel şu kadar yatacak, Soner şu kadar yatacak; Doğu Perinçek şu kadar, Deniz Yıldırım şu kadar diye bir karar var herhalde, bilemiyorum.

Yazıcı: Hillary Clinton’a bir mektup yazdınız ve cevap da aldınız. Cevabı tatmin edici miydi?

Yıldız: Hayır, tabii ki değildi. O bana yazmadan önce bana vereceği cevabı ben ona yazmıştım zaten. Bana böyle bir cevap vereceğinizi biliyorum; ama ben zaten talebim o karanlık koridorlarda kaybolmasın diye direkt size yazıyorum dedim. TÜBİTAK sonucu önemli. Sonuçta önyargısız ve ciddiyetle okuyan tüm vicdanlar aslında anlatılanı görüyor. Ama neticede davanın savcısı olduğunu söyleyen bir başbakana bağlı bir kurumdan böyle bir rapor çıkması bile büyük bir başarı, ben bunu bile beklemiyordum. Mahkemede söylendi; IP numarasının Amerika’dan bir adresten geldiği tespit edilmiş. Ben direkt yazdım ABD Dışişleri Bakanı’na ve FBI başkanına. Çünkü orada siber suçlarla ciddi bir mücadele konsepti var. Nasıl ki kendi bilgisayarımızı kendimiz inceledik, IP numarasını bulmak da bize düştü. Clinton’dan da böyle bir cevap geldi. Önemli bir nokta var cevapta, diyor ki: “Biz direkt sizinle ilgili bir şey yapamayız; ama adli yardımlaşma sözleşmemiz var Türkiye’yle. Adalet Bakanlığı’nızdan ya da mahkemelerinizden talep gelirse bakarız.” Hadi o zaman ey Adalet Bakanlığı, ey mahkeme; Amerika bekliyor, hiç olmazsa şimdi görevini yap! Bir ihtimal işte..eğer onların da suçluları ortaya çıkarmak konusunda gerçekten niyeti varsa…

Yazıcı: “Esaretimizin sebebini bilmiyoruz.” diye bir bölüm daha var kitapta. Biraz ironik olarak sorayım: gerçekten esaretinizin sebebini bilmiyor musunuz?

Yıldız: O başlık da Malta Sürgünleri’nin yine bir isyanıdır. Onlar da bilmiyorlar sebebini. Çünkü Malta Genel Valisi’ne yazmışlar: “Artık bize suç bulun, ispatlayın.” diye. Ama orda çarpıcı olan şu: Malta Valisi onları ciddiye alıyor. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yazıyor. Bunun üzerine İngiltere, Ermeni tehciri ile ilgili bütün Osmanlı arşivini aratıyor, bir şey bulamıyorlar. Yetmiyor; İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Amerika’daki büyükelçisine yazıyor. Malta’daki tutuklular hakkında Amerikan arşivinde ne varsa gönderin diyorlar. Kraliyet Başsavcısı 3 ay sonra cevap veriyor: “Hiçbir şey bulunamamıştır, bu yargılama yapılamaz.”. Ben kitabın o kısmında diyorum ki: Türkiye’ye de mi bir kraliyet başsavcısı gerekiyor? Bizim orda oluşumuzun siyasi izahı var tabii ki; ama hukuki izahını yapamıyorlar. İşte bunun siyasi izahı, bu kitabın yazılma sebebidir.

Yazıcı: Hannah Arendt’in bir sözü de var kitapta: “Adaleti, intikamlarının aracı yaptılar.” diyor. Yani tarih böyle bir intikamlar döngüsü mü?

Yıldız: Aynen öyle. Tarih niye vardır? Ders çıkarmak için vardır. Şimdi Türkiye’de birtakım güçler Türk tarihini utanılması, intikam alınması gereken bir konsept olarak anlatmaya başladılar. Oysa tarih bir öğretmen olarak kabul edilmelidir. Bu süreç tarihten hukuk eliyle intikam alma süreci. İşin içinde hukuk var; kanunlar kullanılıyor ve fark etmiyorsunuz bile. Elbette ki bir intikam süreci. Sadece şahsi bir intikam değil. Benimle kimin hesabı olabilir ki? Sadece bir muhalifim. Ülkemin kötü yere götürülmesine karşı muhalifim. Daha ileri götürsünler, ellerini öpeyim. Benim atalarımı küçümsemesinler. Bu Türkiye kolay kurulmadı, değerini bilsinler. Millet diye bir şey olmalıdır. Bu çatıyı yıkarlarsa hepimiz altında kalırız. Ben tarihime, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esaslarına, Türk Milleti’ne sahip çıkıyorum diye hesap soruyorlarsa sorsunlar. O zaman bunun adı intikamdır.

Yazıcı: Tutuklu Hayrettin Ertekin’in hastanede unutulma ve geri dönme hikayesi “kaçma ihtimali” gerekçesine (!) sunulan çarpıcı bir kısım. Durum bu kadar trajikomik mi?

Yıldız: Medya onu görmezden geldi. Hepimizin tutukluluğunun devamına kaçma ihtimalimiz gerekçe gösterilerek karar veriliyor. Şimdiye dek kaçan olmadı. Mustafa Balbay: “Beni sınıra bıraksanız sürünerek geri gelirim.” dedi. Benim gidecek yerim yok ki, beni ancak sürebilirsiniz. Bu kaçmayı hukuk ve siyaset dilinde çok kötü kullandılar. Hayrettin Ertekin en çarpıcı örnek. Adamı hastanede unutuyorlar, kendi taksi tutuyor, cezaevine dönüyor, teslim oluyor. Bu adam yatına binse 2 saat sonra Yunan Adaları’nda; ama gitmiyor. Gitmediğine göre daha nasıl kaçma ihtimali var diyebilirsiniz insanlara? Firar vardır: rahmetli Ali Tatar vardır, intihar ederek firar etmiştir; Kaşif Kozinoğlu ölerek firar etmiştir ve Kuddusi Okkır’dır. Oradan ancak ölüsü firar eder insanın, dirisi etmez. Malta’da bir yığın firar var; Silivri’de, Hasdal’da, Hadımköy’de bıraksanız kimse gitmez.

Yazıcı: Malta yaşam koşulları olarak daha iyiydi diyorsunuz kitapta, Silivri’de durum tahminlerden daha mı kötü?

Yıldız: Elbette, Malta’da yıkanma şartları, gezme şartları, yiyecek şartları daha iyi tabii. Birebir kıyaslıyorum. Sömürge, işgal ülkesi; orada bir vatan hasreti var. Çarpıcı bir şey söyleyeyim, Silivri’de ezan sesi duymasam Türkiye’de olduğumu unutuyordum ben. Vatan hasreti var tamam, onun dışında insani şartlar daha iyi orda. Ziya Gökalp opera dinlemeye gitmiş, düşünebiliyor musunuz? Biz burada televizyonda 20 kanal seyredebilecek miyiz, su akacak da yıkanabilecek miyiz, bilgisayardan haftada iki saat yararlanabilecek miyiz derdindeyiz. Bir devlet sadece hukuku sağlamak için vardır. Başka her şey devletsiz yapılabilir; savaş da devletsiz yapılabilir, sağlık hizmetleri de. Organize olursunuz halk olarak. Ama devletin varlığının sebebi hukuktur; eşitliği ve adaleti sağlamaktır. Adaletin bittiği yerde devlet bitmiştir. Sonra herkes kendi hak ve hukukunu, hesabını görmeye başlarsa o ülkede iç savaş çıkar, kaos çıkar. Hukuka sahip çıkmadığınızda herkes bu zulmü yaşar. Vatanınızı kaybettikten sonra başka bir şeyin anlamı, değeri kalır mı? Atatürk’ün en çok işaret ettiği şeydir bağımsız yargı ve hukuk. Bu anlamda üşürüz, titreriz, donarız; bunlar az bile kalır. Gerçek demokrasi ve hukuka kavuşmanın kavgasını hepimiz vermeliyiz, canımızın yanmasını beklememeliyiz.

Yazıcı: Anı türündeki kitabınız Vatan Yahut Silivri’nin yayımlanmasıyla Silivri Kitaplığı’na bir kitap daha eklenmiş oluyor. Tarihsel süreç, yaşananlar bize ve edebiyata değerler sunuyor. Ne düşünüyorsunuz? Tuncay Özkan yazdı, Doğu Perinçek yazdı, Mustafa Balbay yazdı ve şimdi de siz yazdınız. Daha büyür mü bu kitaplık?

Yıldız: Büyümemesini diliyoruz tabi. İnşallah bir an önce herkes çıkar. Askerler de yazdı; sadece Silivri değil, Hasdal Kitaplığı da oluştu galiba. Ama Türkiye gerçekten yüz yıl sonra bir kez daha tarihi bir kavşağa geldi. Bu kavşağın en canlı tanığı bu Silivri Kitaplığı dediğiniz olacak. Dilerim o kitaplarla sınırlı kalsın. Ben cezaevindeyken benim adıma açılan Facebook sayfasına sanırım 194 makale yazmışım. O arada o makalelerin bir kısmını Yılanın Kış Güneşi adlı kitapta topladım ve bir sene önce de o kitap çıktı. Kitabın sonunda dedim ki: “Bizi İttihat Terakkicilikle suçlayan güçler, İttihat Terakki’nin akibetine uğrar gibi tam gaz üçüncü paylaşım savaşına gidiyorlar.”. Ben bunları birileri okusun diye yazmıyorum, ben tarihe not düşmek istiyorum. Dilerim ileriki nesiller bunları tedbir almak için, uyanık kalmak için okurlar. Bunlar tarihe düşülmüş notlardır. Nasıl ki ben Malta Sürgünü’nü yaşamış insanların yazdıklarını okuma gereği duydum, ileride de böyle bir şey olur bizim için umarım.

Kategori:Uncategorized