Başbakan Erdoğan 1 Kasım’daki AKP Meclis Grup toplantısında şöyle bir şey söyledi:
“Medya temsilcileriyle yaptığım toplantı sansür girişimi olarak değerlendirildi. Tabi bunların dünyadan, terörle mücadele eden ülkelerde terör-medya ilişkisi üzerine yapılan tartışmalardan haberi yok. Propaganda terörün oksijenidir; bunu söyledik. Medya hiç farkına varmadan terörün sözcülüğünü yapabiliyor, terörle bir ortak yaşam kurabiliyor.”
Birileri bir vakitler, “Farkında olmadan Ergenekon’a üye olanlardan” söz etmişti. Erdoğan’ın anlatımı da buna benziyor, değil mi?
Uluslararası ortak bir tanımı bulunmasa bile terörün, teröristin, terör örgütünün propagandasını yapmanın ne olduğu tüm ülkelerde aşağı-yukarı aynı. Farklılık veya sorun daha çok uygulamadan kaynaklanıyor. Misal Türkiye: yasaların açık hükmüne rağmen yıllardır PKK’nın sözcülüğünü, reklamını; hatta destekçiliğini yapanlar belli. Öyle “farkına varmadan” falan da değil, açıkça… O zaman da burada sorulacak tek soru var: yasalar niye uygulanmadı?
Lâkin Başbakan’ın bunu kastetmediğini düşünüyorum. Adeta terör ve bu sepete atılacakların kapsamı fiilen genişletiliyor, herkese de peşinen gözdağı veriliyor gibi. Nitekim 3-4 gün sonra KCK operasyonları hakkında yazıp çizenlere: “KCK’ya sahip çıkan arkadaşların kendilerini gözden geçirmeleri lazım.” uyarısını yaparken, “Her an siz de gidebilirsiniz.” demeye getirdi. Aslı Aydıntaşbaş’ın uykularının kaçması, arabasının bagajındaki KCK broşürlerini temizlemesi boşuna değil. İster misiniz bir gün “olası delilleri yok etmek”ten sorgulansın?!..
Erdoğan-medya görüşmesiyle ilgili en çok merak ettiğim de şu: “Ergenekon, Silivri, Hasdal haberlerini görmeyecek, duymayacaksınız.” demiş olabilir mi? PKK sözcülüğünü yapanlar ne yaptıklarını bildiğine göre, “farkına varmadan terörün sözcülüğünü yapma, terörle bir ortak yaşam kurma”, ancak “ETÖ” için söz konusu olabilir herhalde.
Yine de Erdoğan’ın medyaya uyarısının tümüyle PKK’yla alakalı olduğunu kabul edelim. Burada ise iktidarı en çok üzen -biliyoruz ki- şehit haberleri, cenaze törenlerinin büyütülmesi, ailelerin “ağlama-sızlamalarının” verilmesi.
Hafıza özürlüyüz ya; Erdoğan’ın 2007’deki bir girişimini hatırlamıyoruz bile. “Ülkenin birlik beraberliğini sağlama” adına terör saldırılarıyla ilgili yayınlara yasak getirmiş; ama bu karar Danıştay’dan dönmüştü. Ve bakın bunun üzerine nasıl tepki göstermişti:
“Bunlar bizi düşündürüyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde bunun benzerini göremezsiniz… İşte bıçak buraya dayanıyor. Terörle ilgili yayınlara bütün kurumların hassasiyet göstermesini bekliyoruz. Eğer bu hassasiyet bütün kurumlarımızda gösterilmezse, işte biz burada başka türlü düşünmeye başlarız. Yani bu, HÜKÜMETE KARŞI TAVIR TAKINMA ANLAMINA GELİR…”
Yıl 2011… Danıştay engeli aşıldı, artık “hükümetin hiçbir icraatını engellemeyeceğini” açıklayan bir yönetim.
Erdoğan’dan önce, “Haberleri nasıl vermemizi istersiniz?” diye sansüre gönüllü, hatta talip olan medya patronları var. Haliyle yayın yasağına falan gerek kalmadı. Ancak yine de dışarıdaki tüm gazeteciler dikkatli olsun; halâ “hükümete karşı tavır takınmak”; yani “teröristlikle” suçlanıp Silivri’de ağırlanma ihtimalleri var.
Silivri demişken iktidar ve yandaş medya sık sık: “Onlar Basın Kanunu’ndan değil, Terörle Mücadele Yasası’ndan hapisteler.” gibi bir şey söylüyor. Son olarak Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç aynı gerekçeye sığındı. Niye bir Allah’ın kulu çıkıp, şu cevabı vermiyor acaba:
“İktidarın: ‘Biz onların yazdıklarından rahatsızız.’ itirafında bulunacak hali yok ya… Ayrıca Basın Kanunu kapsamında yargılansalar nasıl örgüt üyesi yapılıp aylarca-yıllarca neyle suçlandıklarını bilmeden Silivri’de yatırılabilecekler? Görülen o ki, Basın Kanunu hükümleri yandaş medya mensuplarına – ki bu sayede tutuksuz yargılanıyorlar- Terörle Mücadele Yasası da muhaliflere uygulanıyor. Habur, Deniz Feneri, Hüseyin Üzmez…yandaş medya, muhalif medya hukuku. Çoklu hukuk sistemine geçmişiz de haberimiz yok!..”
Gerçekten de ben hangi hukuka tabi olduğumu eni-konu merak etmeye başladım. Türk Hukuku dersen değil, AİHM dersen o da değil. Acaba hangi devletin veya kimin hukuku uygulanıyor? Yoksa hiç bilinmeyen, sadece zihinlerde olan bir ‘hukuk’ mu?
“Ben bu yargıya mı güveneceğim? Ben bu hukuku tanımıyorum.” dan, “Benim yargım ve hukukum”a gelindiği ortada. Başbakan Erdoğan sık sık: “Hukuk terazisini asla elimizden bırakmayacağız.” diyor. Keşke o terazi asli sahibinin, gözü açılan kızın eline verilse yeniden!..
Hukukta sarı öküz ne zaman verildi biliyor musunuz? Orhan Pamuk vs. davalarından sonra “Türklüğü aşağılamayı” yasaklayan TCK’nın 301. maddesinde dava açma izni Adalet Bakanı’na geçtiğinde. Bunu ben söylemiyorum, bizzat Başbakan Erdoğan: “Olur mu öyle şey? Yargı siyasallaşır.” diye itiraz etmişti önce. Sonra nasıl olduysa, kimler istediyse o düzenleme gerçekleşti. Adalet Bakanı’nın ‘hakimlik yapma’ kapısı açılmış; böyle bir şey kabullenilmiş bir defa,TCK 301’den ibaret kalır mı? Hepimize geçmiş olsun!..
Kızıl Sultan diye anılan Sultan Abdülhamid demiştir ki: “Padişah olarak elbette benim de kusurum olmuştur; fakat hangi kusurum olmuş olursa olsun kin gütmek, devlet işleriyle duygularımı karıştırmak gibi bir kusurum Elhamdülillah olmamıştır… Adalet, meşruiyetin temelidir. Hükmetme, adalete dayanmak zorundadır. Her kim ki adaletsiz hükmetmeye, meşruiyetsiz kuvvet kullanmaya kalkarsa, yıkılır.”
Silivri’den kucak dolusu sevgiler,
Müyesser YILDIZ
09 Kasım 2011