Dünya yeniden paylaşılıyor. Ulus devletler kanlı-kansız parçalanıp,uluslararası şirketlere devrediliyor. Yunanistan ve İtalya bile şirket tezgahından geçmişlere teslim edildi. Ne dehşet ve vahşi bir paylaşım… Bir adım sonrası, site devletçiklerinin kurulması.
Avrupa’da her şey aslına rücu ediyor. Kontrol Almanya ve Fransa’da; yani Türk düşmanlarında. Sadece Türkiye değil, kendileri için de AB projesinin fiilen bitirildiğinin resmidir bu. AB, ona paralel NATO ve bunların ‘ordu’ları yeniden biçimlendirilecek haliyle. Ama AB’nin elinden kurtulmamız zor görünüyor. Egemen Bağış’ın ifadesiyle: “O bizim diyetimiz.”. Diyet neye yarar? Zayıflamaya!.. Ve malum her zayıflama ‘sağlıklı’ olamayabiliyor.
Önümüze tek seçenek sunuluyor: ABD’nin eteğine dört elle yapışmak. İyi de yerimiz ne? “Stratejik derinlik” çukuru mu? ABD “model ortağı” olarak, kan çanağı Ortadoğu’yu bize ihale etmiş görünüyor.
Zaman’ın Washington temsilcisi Ali H.Aslan’a göre: “Türkiye taşeron değil; ama tamamen bağımsız bir politika da izlemiyor.” Yani “ortalarda bir yerde”… Oysa aynı Aslan Ağustos’ta: “ABD, artık arkadan liderlik yapıyor.” diye en uygun ifadeyi bulmuştu.
Gül gayet soğukkanlı, Erdoğan canhıraş şekilde Arap Baharı’nı sahipleniyor. Suriye için de aynı görüntüyü veriyorlar. Tamamen “Demokrasi aşkına!”!..
Ama ufak bir sorun var: Bush döneminin Başkan Yardımcısı Dick Cheney, daha Irak işgâlinin dumanı tüterken: “Suriye’yi de işgâl edelim.” teklifinde bulunmamış mıydı?
Erdoğan, Batı’nın Suriye konusundaki ‘ilgisizliğine’ isyan ediyor. O isyanda hangi mesaj var biliyor musunuz: “Bu işin altından tek başımıza kalkamayız.” diyor. Diyor da vakit çok geç!..
Halâ Türkiye’nin bağımsız politika izlediğini savunan varsa Türk-Amerikan Konseyi Başkanı Lincoln McCurdy’nin şu sözlerine dikkat kesilsin: “Türkiye, ABD ve İsrail; Suriye, Irak ve Afganistan’da benzer politikalar izliyor. Ancak bunu fark edemeyen çok kişi var.”
Farkedilmeyen başka şeyler de var; Paylaşım ortamını hazırlayan bazı mekanizma ve aktörler tasfiye ediliyor sanki. Meşhur BOP’un üç eş başkanı vardı: Yemen, İtalya ve Türkiye. Yemen Devlet Başkanı ABD’ye: “Görevi bırakıyorum.” sözü verdi. Hiçbir şeyin deviremediği Berlusconi bir günde gönderildi. Sadece Türkiye kaldı!..
Medeniyetler ittifakı eşbaşkanları Türkiye ve İspanya. Zapatero gitti. Yerine gelen Rajoy haftalar öncesinden: “Atayacağım Dışişleri Bakanı refah ve istihdam oluşturmak için İspanya’nın ekonomik menfaatleriyle ilgilenecek. Daha az Medeniyetler İttifakı, daha fazla İspanya menfaatleri.” dedi. Kurucu ülkeler de desteğıini çekti. Kaldık mı bir başımıza!..
* * * *
Erdoğan bu aralar emperyalizmin “vicdan ve namusunu” sorgular oldu.
Amerikan TIME Dergisi’nin kapağa attığı Erdoğan’ın Yolu başlığı kadar, kullandığı fotoğraf da ilginçti. Haklı olarak Erdoğan’ın hiç hoşuna gitmedi. Ya o, “Muhaliflerini hapse attırsa da bu ABD için önemli değil. Önemli olan bölgedeki çıkarlarımıza hizmet edilmesi.” yollu satırlar? İşte emperyalistlerin “vicdan ve namusu” ya da “demokrasi aşkı” buraya kadar!..
Türkiye’den sorumlu bir Dışişleri Bakan Yardımcısı var: Philip Gordon. Bu arkadaş, o göreve gelmeden önce bir kitap yazmıştı. Bakın Menderes’le ilgili ne anlatıyor:
“Türkiye 1952’de NATO’ya katıldı ve daha yüksek miktarlarda Amerikan askeri ve mali yardımı almaya başladı. 1959’da ABD’nin nükleer başlık taşıyan 15 Jüpiter füzesinin, Sovyetler Birliği’ni çevreleme siyaseti çerçevesinde topraklarına yerleştirmesine müsaade etti. 1960’ta Türk ordusu seçilmiş Menderes hükümetini devirdiğinde, ABD bunu görmezden geldi. Bilhassa Menderes’in ayağının kaydırılmasının arefesinde Moskova’ya göz kırpması göz önünde bulundurulduğunda anti-Sovyet bir müttefikle mevcut stratejik ilişkilerin sürdürülmesi, demokrasiden daha önemliydi.”
İşte ABD’nin hiç değişmeyen ahlak ve ‘demokrasi’ sınırı !..
* * * *
‘Güçlü’ ekonomimize güveniyoruz değil mi? En büyük ticari ortağımız kim? AB ülkeleri. Yani ekonomimizin ipi de onların elinde.
Gordon’un, Türkiye’yi Kazanmak isimli kitabından bir not daha: Clinton döneminde, Irak’ta duyulan ihtiyaç sebebiyle Türkiye’ye ne kadar yardımcı olduğunu anlatırken, şunu söylüyor:
“Türkiye’nin IMF borç teminatlarını destekledi, Türkiye’ye (büyük yükselen piyasa) statüsü verdi…”
Vermişler!.. Evet, bir krizle tepetaklak olduk, Kemal Derviş’le raya oturtulduk, tüm partiler silinip süpürüldü, AKP iktidara geldi. Bugün yine ‘yükselen değer’iz. Verenler, alır da değil mi?
ABD Dışişleri Bakanı Clinton bir eliyle havuç,öbürüyle sopa sallarken ekonomimize ne kadar da ağırlık veriyor, fark ettiniz mi?
* * * *
Sadece bölgenin değil, ülkemizin de kaderi çiziliyor… Ve KCK operasyonları dahil ‘derinlerde’ büyük Çankaya savaşları veriliyor.
TIME, Erdoğan’ı kapak yapıyor; ama berbat bir fotoğrafla.
Hillary Clinton, Arap Baharı’na sokulan ülkeler için “İslâmcılarla çalışabiliriz.” derken, belki Türkiye’de bir kesime göz kırpıyor.
Öte yandan Cumhurbaşkanı Gül, İngiltere’de krallar gibi ağırlanıyor. Kraliçe’nin 2011 kontenjanından Obama’dan sonra yararlanan Devlet Başkanı olduğu vurgulanıyor.
Exeter Üniversitesi, Gül’ün İngilizce biyografisini yazıyor. “BM ya da uluslararası bir organizasyonda üst düzey görevler aldığında bu kitap referans olabilir.” imiş. Acaba? Zamanlaması itibarıyle son derece zekice.
Ve ABD’nin Chatham House’u olarak bilinen CFR yönetimi Gül’ü ziyaret ediyor. Tam İngiltere seyahati öncesi; tek kelime bilgi de sızdırılmıyor.
* * * *
Türkiye, egemen ve bağımsız bir ülke; Suriye de. Hal böyleyken: “Söz verdi, sözünde durmadı.” vs. ne demek oluyor? Kim; kimin, neyin adına söz alıp veriyor? Bunu yapanlar kendileri de söz verip alıyor demektir; ki şu meşhur Philip Gordon’a bir daha kulak verelim isterseniz. 16 Kasım’da şunu söyledi:
“ABD ve Türkiye çok yakın çalışıyorlar ve Suriye konusunda aynı hedefi paylaşıyorlar. Türkiye (‘Yapacağım.’) dediği her şeyi yaptı… Kendi halkına şiddet uygulayan Esad’a karşı Türkiye’den daha fazlasını görmeliyiz.”
Esad’ın “Verdiği sözleri tutmadı.” diye gitmesi gerekiyorsa, “yaptıklarının daha fazlasını yapması” beklenenler bunu yapmaz (veya yapamaz) ise ne olur?!..
* * * *
ABD, 1 Mart’ın intikamını fena aladı. Sadece askerlerin başına çuval geçirmedi. 1 Mart’a karşı çıkıp Irak işgâlini kınayan ne kadar siyasi, aydın varsa bir şekilde bertaraf oldu.
Suriye biraz da Irak tezkeresinin son rövanşı mı acaba? 1 Mart’ı ‘beceremeyenlere’ hem ‘liderlik’ testi hem de tek başına halletme misyonu gibi bir şey. Ama Erdoğan Irak tezkeresinin çıkmasını samimiyetle istemişti. Dışarıya başka, AKP milletvekillerine başka mesajlar veren o değildi ki!..
Herkes Suriye lideri Beşar Esad’a 6 ay ömür biçiyor. Erdoğan-Esad ilişkisi kardeşlikten düşmanlığa döndü. İyi veya kötü; sanki gelecekleri arasında kuvvetli bir bağ ihdas edilmiş gibi. Tabii İngiltere Kraliçesi’nin Obama-Gül tercihi de çok önemli.
Emperyalizm ağlarını örerken;
22 Kasım 2011 tarihini mimleyin: Türkiye’nin bundan sonraki döneminin ‘sıfır noktası’ olmaya aday bir gün!..
Silivri’den kucak dolusu sevgiler…
Müyesser YILDIZ
20 Kasım 2011