İçeriğe geç

Müyesser Yıldız’ın Karşı İddianamesi

Bu metin Müyesser Yıldız tarafından kaleme alınmış olup, avukatı aracılığıyla hem medya ile paylaşılıp hem de TBMM üyelerine, akademisyenlere, hukukçulara ve konunun ilgililerine ulaştırılacaktır.

__________________________________________________________________________________

– BU BİR SAVUNMA DEĞİL KARŞI İDDİANNAME VE İTİRAZNAMEDİR…

– BU DAVA HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ BİR DAVADIR ,

– O YÜZDEN BENİM İDDİANNAMEM VE İTİRAZNAMEM DE SİYASİ OLACAKTIR…

– BU İDDİANNAME VE İTİRAZNAMENİN MUHATABI MAHKEME DEĞİL, YÜCE TÜRK MİLLETİDİR…

Genel değerlendirme:

Tamamen siyasi bir metin niteliğinde olan iddianamenin bütününe bakıldığında görülen şudur: Birilerince, iktidar başta olmak üzere bir takım kesimleri rahatsız eden Odatv haberleri, “katalog haberler” şeklinde tasnif edilmiş, ardından bunlara uygun “talimatlar” hazırlanmış ve ilgi alanlarımıza göre bilgisayarlarımıza yüklenmiştir.”Katalog Haberler” suçunun delili de böylece yaratılmıştır.

İddia makamı keşke bu süreçte güvendiği bir gazeteci, haber müdürü, hiç olmadı bir basın savcısından yardım alıp bir basın kuruluşunun nasıl çalıştığını, ”istihbaratın” ne olduğunu, gündemin nasıl belirlendiğini öğrenseydi. O zaman, her gazete ve tv bürosunda günlük konuşulan, ”şuna bakalım, şunu araştıralım” şeklindeki ifadeleri “örgütsel suç” saymazdı herhalde.

Kaldı ki Odatv tamamen gönüllü bir birlikteliğe dayanan, muhalif oldukları için kıyıya -köşeye atılmış insanların tesadüfen biraraya geldiği, çoğunun birbirlerini tanımadığı, herhangi bir ücret alınmadan ve canı ne zaman isterse ya da eline bir yazı haber geçtiğinde yazdığı, dolayısıyla normal bir medya bürosundaki gibi emir – komutanın bulunmadığı bir platformdur. Kendimden örnek verecek olursam, hasta olan annemin bakımından fırsat buldukça bir habere rastladıkça yazdım.

Bu 5-6 aylık sürede sadece Barış Pehlivan ve Barış Türkoğlu ile muhatap oldum, o da “şöyle bir yazı gönderdim” şeklinde idi. Bu kadar sürede Pehlivan veya Türkoğlu’nun “Şöyle bir konu varmış, Meclis’te. Bir bakar mısın?” demesi bile bir ikiyi geçmemiştir.

****

Bu operasyon ve dava ile hedeflenen nedir?

– Özgür, bağımsız, hele de muhalif gazetecilik yapılamaz denilmektedir.

– İki kişinin dahi bir araya gelip, ülke meselelerini konuşamayacağı mesajı verilmektedir.

– Kışla ile mücadele ediyorum denirken, ülkenin her tarafının, evimizin içinin bile kışlaya

çevrildiği gösterilmektedir.

– Beş yıldır “anası” bulunamayan, var olduğu iddia edilen bir “örgütün”, “davasının” bulunması gibi bir mucize gerçekleştirilmektedir.

– “Katalog suçları” gibi, “katalog haberler” listesi oluşturulmak suretiyle tüm gazetecilere, “her an siz de bu katalog haberler kapsamında suçlanabilirsiniz, ona göre” diye uyarılmaktadır.

****

Suçlarım…

Kara propaganda ve toplumu yanlış bilgilendirme faaliyetini icra etme…

Evet “suçum” bu.

Ama tek bir örnek yok. Hangi haberim ve yazımla kara propaganda yapmış ya da topluma yalan bilgi vermişim, belli değil. Yine de ben o “katalog haberleri” listesinden “suç delillerinden” bazılarını buldum:

“Şehit babası Cemil Çiçek’in telefonuna çıkmadı” diye yazmışım.

“PKK ile pazarlıkları” yazmışım.

Hanefi Avcı’nın kitabı ile haberlerin de bir kısmı bana ait.

****

Sayın Cemil Çiçek haberinden başlayalım.

Olay doğru. Yozgatlı bir şehidimizin babası, başsağlığı için arayan Sn.Çiçek’in telefonuna çıkmamıştı. Bunu da tamamen bir tesadüf sonucu, bir başka haber için gittiğim bir partinin genel merkezindeki sohbette duydum, teyit ettirdim ve yazdım.

Meslektaşlarıma soruyorum; Böyle bir olayın haber değeri yok mudur? Böyle bir haber “talimat”la, “sipariş”le yazılabilir mi?

Sipariş ve yalan olsa ilgililerce tekzip edilmesi gerekmez miydi?

****

İmralı Pazarlıkları…

Çoğu Meclis kaynaklı ve kaynakları de ismen gösterilmiş haber ve yorumlardı.

O günlerde Sayın Başbakan, “ispatlamayan şerefsizdir” diyor, siyasi cephe bu tartışmadan geçilmiyordu. Ben de gündemi takip etmiş, yazmışım. Ülkemizin ana gündemi ve sorunu hâlen bölücü terör değil mi?

Altı aydır Silivri’den de ağırlıklı olarak bu konuyu yazıyorum.

Acaba şimdi nereden “talimat” alıyorum?

Ve geldiğimiz nokta itibariyle “PKK- İmralı” pazarlıkları, bu görüşmeleri kimlerin yaptığına dair haberlerim ayniyle vaki ispatlanmıştır. Gerçekler ortaya çıktığına göre bu güne kadar “kara propaganda yapan ve toplumu yanlış bilgilendirenler” kimler olmuştur acaba?

O pazarlıklar yapıldığı halde, “şerefsiz” diyenler, bizleri “terörist” damgasıyla bir kalemde harcayanlar mı, vakti zamanında halkı doğru bilgilendirmeye çalışan biz gazeteciler mi?

****

Hanefi Avcı haberleri…

Sayın Avcı ile kitabı piyasaya çıktıktan, büyük tartışmalara yol açtıktan sonra telefonla görüştüm ve bilahare tanıştım. Herhalde buna ilişkin iletişim tespit tutanakları baştan sona Sayın Savcılarda vardır. İlk görüşmeyi ne zaman yaptığım o meşhur listelerde görülüyordur. Ne ilginçtir ki, buna ilişkin tek bir kayıt koymamışlar, benimle ilgili bölüme.

Kitabından önce görüşmüş olsam hiç atlarlar mıydı?

Sayın Avcı’nın kitabı 20 Ağustosta çıktı galiba. Sonrasında birkaç telefon görüşmesi ile bazı haberler yaptım. Kitabın imza günü vasıtasıyla Ankara’ya geldiğinde de iddianamedeki kayıtlara göre 3 Eylül’de buluşmuşuz. Onun yanında eşi ve oğlu, benim yanımda eşim var. Maaile bir dondurmacıda oturduk, kitapla ilgili kafama takılan bazı hususları, savcıya verdiği ifadeyi sordum. Bir saatlik görüşmede fotoğraf da çektim. Bunu bilgisayarıma da yükledim.

Ve o gün öğrendiklerim haberleştirdim. O gün için Avcı’nın yazmamı istemediği, sadece bilgim olması için anlattığı bazı hususları da kendisi tutuklandıktan sonra haber yaptım.

Allah savcılardan razı olsun; kendilerinden öğreniyorum ki, Sayın Soner Yalçın, “Müyesser Hanefi’yle ilgilensin.” şeklindeki “sözde talimatı” 8 Eylül’de bana göndermiş, ben de okuyup, 9 Eylül’de bilgisayarıma kaydetmişim.

İyi de ben Sayın Avcı’yla 3 Eylül ve öncesinde görüşmüşüm. Ne kadar öngörülü bir insanım ki, daha “talimat” yola bile çıkmadan gereğini yapmışım. Arkadaşlarım, benim “leb demeden leblebiyi anlayacak” kadar zeki olduğumu söylerlerdi de inanmazdım. Meğer doğruymuş!..

Sayın Avcı’yla ondan sonra bir daha Ankara’da gözaltına alınıp, İstanbul’a götürülürken telefonla konuştum ve her konuşmayı da naklen yayın gibi Odatv’den aktardım. Ruşen Çakır başta olmak üzere birçok gazeteci o gün aynı şeyi yaptı. “Katalog suçum” bundan ibarettir.

****

PKK propagandası yapma, PKK’yı ve Öcalan’ı güçlü gösterme…

Buna dair hiçbir haber veya yorumum kesinlikle bulunamaz. Ancak “örgüt lideri” Sayın Yalçın Küçük’ün bu yönde “talimat” verdiği öne sürüldüğü, PKK haberi de en çok tarafımdan yapıldığı için üzerime alınmamakla birlikte bu konuya da değinmek istiyorum.

Yıllardır bölücü terör ve “Kürdistan projeleri” üzerinde çalışan, önümüze konan “Öcalan’lı küçük Kürdistan”, “Barzani’li büyük Kürdistan” senaryolarını gayet iyi bilen, her ikisini de şiddetle eleştiren beni, böyle bir suçlamanın içine dahil etmek;

6 aylık esaret hayatımdan daha onur kırıcı bir yaklaşım, daha büyük bir zulümdür ki, iddia sahiplerine aynen iade ediyorum.

Böyle bir suçlama, “Senin adın Müyesser değil, gerçekte Henry Barkey, Graham Fuller, haberin yok” demekten de farksızdır.

Açık söylüyorum veya itiraf ediyorum; ben suç aletleri alfabenin 29 harfi olan tek kişilik bir “örgütüm”. Ezeli ve ebedi yegâne liderim de Mustafa Kemal Atatürk’tür. Lâkin değil Yalçın Küçük, Soner Yalçın ya da Atam mezarından kalkıp, “PKK’yı öv” talimatı verse, dinlemem!..

****

Yıllarca Meclis’te bulundum.

O platformda PKK-BDP’li milletvekilleri ile tokalaşmayan, gördüğünde yolunu değiştiren, kuliste oturduğum yere geldiklerinde orayı hemen terk eden yegâne kişi bendim diyebilirim.

Gazeteci arkadaşlarım da şahittir. Sayın savcıların, sanığın hak ve hukukunu da gözetmek gibi bir tutumu olsa, benim bu konudaki tavrımı, kendilerine yakın gazetecilere dahi sorsalar, iki dakikada öğrenirlerdi.

Ha, şimdi sakın birileri bu tutumumu ayrımcılık, ırkçılık, gayri medenilik diye addetmesin. Bölücülük ve teröre ciddi anlamda tavır alan her insanın yapması gereken budur. Kaldı ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da 12 Haziran seçimleri sırasında gazetecilere, BDP’liler için şunları söyledi:

“Bunlara destek vermek, teröre destek vermektir. Bunların kesinlikle muhatap alınmaması gerekir. Ben daha önce medya yöneticilerine, bunlara prim verilmemesini söyledim. Siz kalkar bunları ekrana çıkarırsanız, karşınıza alıp, onların arzu ettiği yönde sorular sorup, propagandaları için şahane zemin hazırlarsanız, bizim işimizi zorlaştırırsınız. Medya kendi arasında konsensüs sağlamalı ve bunlara tavır almalıdır.”

Görüyorsunuz, o kadar da muhalif değilim, en azından bu konuda Sayın Başbakanı dinlemişim!..

Gerçekte PKK’yı canla başla savunan, Öcalan’ın elinin güçlendirilmesini isteyen, onu “peygamberlik” mertebesine eriştiren gazeteci mi aranıyor?

Şunlara ne dersiniz?

Cengiz Çandar… PKK’ya silah bıraktırmanın raporunu yazıp, Öcalan’a “teröristbaşı” denmesinden vazgeçilmesini istemedi mi ve onun Kürtlerin lideri olduğunu söylemedi mi?

Hasan Cemal… Ceviz ağacının gölgesinde Murat Karayılan’ın postacılığını yapmakla kalmayıp, “Hem gazetecilik yapıyor, hem de çözüm arıyorum” demedi mi?

Etyen Mahçupyan… Devlet yetkililerinin yıllardan beri hem Öcalan, hem Kandil’le görüştüğünü yazıp, buna rağmen “hükümet yanlısı medyanın’’, PKK’ ya “terörist” Öcalan’a “bölücübaşı” demeye devam etmesinden yakınmadı mı? ( 6 temmuz 2011-zaman)

Mümtaz’er Türköne… 21 Temmuz 2011 tarihinde “Son 2 seneyi Öcalan’ın muhatap alınması talepleriyle geçirdik. Sonunda alındı. Peki ne oldu? Öcalan’ın muhatap değil oyuncak olduğu ortaya çıktı’’ dedikten sonra, 11 Ağustos 2011 tarihinde şunları yazmadı mı: “Kitle desteğini arkasına almış bir silahlı kalkışma ile karşı karşıya iseniz, bu kalkışmanın liderine sıradan bir suçlu gibi davranamazsınız. PKK, kitleselleşmiş ve siyasallaşmış bir hareket. Öcalan, PKK ve BDP için vazgeçilmez bir otorite. Çünkü onun yerine ikame edilecek bir güç ortada yok. Öcalan’la görüşmelerin devam etmesi lazım. Bugün Öcalan’ını hapishane şartlarının gözden geçirilmesi ve terörün azalması şartı ile dışarı ile aracısız ilişkiler kurması tartışılabilir.’’

İhsan Dağı… 22 temmuz 2011 tarihinde şöyle yazdı: “Kürt sorununu siyaseten çözmek yerine Öcalan’la anlaşmayı deneyenler, önce Öcalan’ı destekleyip, yeniden örgüte hakim hale getirilmek zorundalar. Yoksa Öcalan’la anlaşmanın bir anlamı yok.” 16 ağustos 2011 tarihinde şöyle yazdı: ”Devlet işi Öcalan’la bitirmek niyetindeyse, önünü açmaktan fazlasını yapacaktır. İşinizi kolaylaştırıcı bir muhatap olmasını istiyorsanız ona destek de olursunuz.” Bu satırları İhsan Dağı yazmadı mı?

****

Odatv ‘nin PKK ile ilgili haberlerinin “İç savaşı hedeflediğini” öne sürenlere, yine bir gazetecinin, hem de Zaman Gazetesi’nden Ali Ünal’ın 11 Temmuz 2011 tarihli yazısıyla cevap vermek istiyorum. Ali Ünal, “Türkiye bu çizgide gittikçe ileride hem Güneydoğu’da hem bölgede, hem de Türkiye’nin büyük şehirlerinde daha kanlı hadiselere şahit olacaktır’’ dedikten sonra sözü Cengiz Çandar’ın raporuna getiriyor ve şöyle devam ediyor:

”Terörün Türkiye’yi yendiğini söyleyenler, Türkiye’nin terör diline teslim olmasını teklif ediyor, odaklıyor, teröre hak tanımış oluyor ve terörist güce taç giydiriyorlar.’’

PKK konusunda son olarak şunu söylemek istiyorum. PKK, Öcalan, BDP, Barzani konusunda görüş ve düşüncelerimi sadece Odatv’de yazmadım. Onun öncesinde Türk Ocakları internet sitesi, Avaz Türk, Haber T gibi internet siteleri ve polisin basılı olana değil de taslağına el koydukları “100 Yılın Hesabı-Türk’ü Tasfiye Projesi’’ isimli kitabımda da yazdım. Çizgimde en ufak bir değişiklik yok.

Geçtim bunları; Sayın Savcılar Odatv’deki yazılarımdan bir tekini dahi okumuş olsalar beni bu şekilde itham etmez, edemezdi…!

****

Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmem…

Savcıların iddiasına göre Öcalan’ın avukatına, “Öcalan, AKP’ye sıcak mesajlar versin’’ demişim. Aldığım “talimat’’ böyleymiş.

Avukat Mehdi Öztüzün’le neden görüştüğümü ayrıca anlatacağım, o yüzden burada sadece şunu vurgulamak istiyorum. Öcalan’ın iki güne bir “Gül’e mektup yazdım, Erdoğan’a mektup gönderdim’’ dediği bir dönemde, “sıcak mesajlar” için benim gibi bir ricacıya mı ihtiyacı varmış?

****

Ergenekon operasyonlarını dış güçlerin yaptığını yazmak…

Odatv’ye yönetilen “katalog suçlardan” biri de bu. Bazı yorum ve haberlerimde benim de vurguladığım bir iddia. Ama bunu söyleyen, yazan sadece biz değiliz ki!..

Fehmi Koru, Ergenekon listesinin Başbakan Erdoğan’a dönemin ABD Başkanı Bush tarafından verildiğini öne sürmedi mi?

Keza aynı Fehmi Koru, Deniz Feneri operasyonunun Alman istihbaratının bir komplosu olduğunu savunmuyor mu?

Ve Zaman gazetesi yazarı, eşi de geçen dönem AKP milletvekili olan İhsan Dağı, 9 ocak 2009’da NTV’ de şunları söylemedi mi:

“Ergenekon, adli bir mesele değil. Ulusal – uluslararası düzeyde stratejik tercihlere dayanıyor. Operasyonda, AKP iradesi belirleyici, hatta söz konusu bile değil… Uluslararası dinamiklere baktığımızda, NATO’ nun, ABD’nin Obama’nın seçilmesinin Türkiye’deki Batı karşıtı, Avrasyacı, Rusya yanlısı yapılanmaların çözülmesine ilişkin daha küresel bir irade yarattığını düşünüyorum. Özellikle asker içerisinde son yıllarda çok net bir biçimde ortaya çıkan ABD karşıtlığı hatta Türkiye’nin ABD – NATO emperyalizminden kurtulması gerektiği yönünde eleştirel pozisyonlar var. Bu tespitler, küresel düzeyde de yapılıyor ve bu noktada bu unsurların TSK’dan temizlenmesine yönelik küresel bir etkininde var olduğunu düşünüyorum.’’

****

Erdoğan’ın ifadesiyle, “Yahu mail göndermek nedir ki?“ ya da sözde “talimatlar”… Ya da alçak komplo…

Bilgisayarımda bulunduğu öne sürülen, lakin bir kısmından ilk kez Savcılıktaki ifadem sırasında sonra da iddianame ile haberdar olduğum o sözde “talimatlara” başlamadan önce anlatmak istediğim bazı önemli detaylar var.

Odatv soruşturmasının Mart 2010’da başlatıldığı anlaşılıyor. Ben Odatv’de Haziran – Kasım 2010 arasında yazdım. Kaldı ki 12 Eylül referandumundan sonra yazılarım epey seyrekleşmişti.

Hafızam beni yanıltmıyor ise Eylül sonu, Ekim başı gibi eşime bir tanıdığından telefon geldi. Bu kişi iktidar nezdinde etkili, yetkili, “istihbaratları’’ ve yönlendirmesi de güçlü biriydi. Uzun bir aradan sonra görüştüğü eşime şunu soruyor: “Odatv’de yazan Müyesser Yıldız senin akraban mı?” Kızlık soyadımı kullanıyorum ya, belli ki emin değil. Eşim “Hayır akrabam değil, eşim olur. Malum hukuken karı koca akraba değildir’’ gibi esprili bir cevap veriyor. Bu kişi, “Çok sert yazıyor yahu, hiç freni yok” deyince eşim, “Onun işine karışmam, söylemek istediğin bir şey varsa kendisiyle görüş” diyor. Eşim bu görüşmeyi anlatınca, “Hayırdır inşallah herhalde bir mesaj veriyorlar” dedim, geçtim.

Ama bugün sürece toptan bakınca, birilerinin bir şeylerden haberdar olduğu, belki de bir şeylerin hazırlığını yaptığı anlaşılıyor.

Odatv’de yazmayı bırakmamın elbette bununla ilgisi yoktu. Babamı kaybettikten sonra hem bunun verdiği manevi çöküntü, hem Alzheimer olan annemin bakımının tüm zamanımı alması, hem de yazmanın artık benim için anlamını yitirmesi gibi etkenler rol oynadı.

****

Tesadüfler silsilesine devam edelim…

Sanıyorum Ocak ayı başı veya ortaları akşam sapasağlam bıraktığım bilgisayarımın sabah çöktüğünü gördüm. İki gün çalıştıramadım. Eşim de Ankara dışındaydı, ancak o gelince bakıma götürdü. Görünürde hiçbir şey yoktu, basit bir temassızlık söz konusu idi. Oysa ben de bilgisayar mühendisliğinde okuyan oğlum da yapılabilecek her şeyi yapmıştık. Muhtemel ki, o “talimatlar” o günlerde yüklendi. Peki o günlerde ne vardı?

Sayın Savcı Zekeriya Öz’e açtığım dava devam ediyor. Zaman ve Sabah gazetelerine açtığım davalarda da Yargıtay kararı lehine çıkmış veya çıkmak üzereydi. Şubat ayı ortalarında Odatv operasyonu yapıldı. Soner Yalçın ve arkadaşları tutuklandı. Ortalık bu “talimat” virüsü iddialarıyla yıkıldı, tüm gazeteler yazdı.

Ben de okudum bu haberleri. Peki polis beni ne zaman aldı, 3 Mart’ta. Yani o “talimatlar” benim bilgisayarımda da var, 15 gün hiçbir şey yapmıyor, kuzu kuzu gelip, beni almalarını bekliyorum; düşünebiliyor musunuz?

Bunu savcılıktaki ifadem sırasında Sayın Zekeriya Öz’e de söylediğimde, “yok etseydiniz de biz yine bulurduk’’ dedi. Bunun üzerine ben de, “Evet biliyorum, silinenleri buluyorsunuz. İyi de bilgisayarı da mı kıramaz mıydım” karşılığını verdim. Bir şey söylemedi . Ve yine sorguda Sayın Öz’e “Velev ki, bunlar benim. Acaba bana hangi tarihte, hangi yolla gelmiş?” diye sordum. “Aşağıda, mahkemede öğrenirsiniz” dedi. Yani daha sorgu bitmeden mahkemeye sevk kararını almış. (İklim Ayfer Kaleli’nin savcılık sorgusunun ardından serbest bırakılması sebebiyle bu ayrıntıyı vurguluyorum.)

Hakim karşısına çıktığımda da aynı konuya temas edip, “Galiba bu örgütün en geri zekalı üyesi benim. 15 gün o belgeler bilgisayarımda tutuklanmayı bekledim’’ dedikten sonra Sayın Öz’e sorduğum soruyu, onun cevabını aktardım. “Öğrenebilir miyim, o (talimatlar) bana ne zaman, hangi yola gelmiş?” dedim. Hakim Bey dosyamı sayfa sayfa taradı ve buna ilişkin bir bilgi olmadığını söyledi.

Bu sorumun üzerinden şu an itibariyle 6,5 ay geçti. İddianamede bunun cevabı yine yok. Savcıların görevi iddia edip bırakmak mıdır sadece? En temel konu bu iken, buna ilişkin bir teknik incelemenin yaptırılmamış olması ihmalden öte suç değil midir?

“Ben iddia ederim, aksini sen ispat et” demek hangi hukuk kitabında yazıyor? Ben, o talimatları görmediğimi, bana ait olmadığını söylüyorum. İddia makamı, “Hayır, senin” diyor. İddiasını ispatla mükellef olan kimdir?

Bu devlet, Devlet Bakanı Sayın Hayati Yazıcı adına ÖSYM Başkanına gönderilen mailin kaynağını bir haftada bulmadı mı? Başbakan sayın Sn. Erdoğan o tartışmalar sırasında CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’na şunları söylemedi mi?

– Neymiş, mail? Sen bu tür yapılmış olan iftiraya, ahlaksızlığa sığınırsan bu da senin seviyeni gösterir… (14 Mayıs 2011)

– Yahu mail göndermek nedir ki? Senin adına bir çete mensubu çıkar, bir mail gönderir. Mail denilen olay bu. Kılıçdaroğlunun adına da gönderirler. Bu facebook falan bu tür sayfalar bunlar çirkin, berbat. Herkes adına buralardan her türlü ahlaksızlık yapılabilir… (12 Mayıs 2011)

– Senin eline ÖSYM ile ilgili o maili kim tutuşturdu? Sana şakayı kim yaptı? Sizi aldatan kim? Sizi bir kez daha müfteri konumuna düşüren kim? Biz bunların yalanlarını dinlemekten, kovalamaktan bıktık. Emniyet güçleri bu işi takip ediyor. Er geç çıkacak meydana… (15 Mayıs 2011)

Hakikaten bu mail işinin kökü bir hafta içinde bulundu.

Altı buçuk aydır hapisteyiz. Bir ahlaksızın, iftiracının ya da bir çetenin bilgisayarımıza yüklediği ‘’talimatları’’ bulacak bir emniyet gücü yok muydu, yok mu? Yetkililer görevlerini ancak başbakan talimat verince mi ya da mağdur bir AKP’li olunca mı yapıyor?

Yoksa böyle bir inceleme ve araştırmanın, yazılmış senaryoyu yıkmasından mı endişe duyuldu? Benim korkum yok ki, “araştırın, bulun’’ diyorum.

Öyle ki, cezaevindeki ilk günlerimde Sayın Başbakan’a, “Onların bana ait olduğunu ispatlayın, intihar ederim. Değilse siz sorumlular hakkında gereğini yapacak mısınız?’’ çağrısında bulundum.

Dağlar, taşlar duydu. Ankara duymadı!..

Altı buçuk ay geçti, sıfıra sıfır elde var sıfır!..

****

Evimin aranması faslı da önemli ve dikkat çekiciydi.

Gönderilen görevliler ne aradıklarını ve ne bulacaklarını biliyor gibiydi. Zira aramalar öylesine üstünkörü yapıldı ki; evin bir çok bölümüne bakılmadı.Kararda müştemilatın aranması da geçtiği halde, müştemilat (kömürlük) değil aranmak sorulmadı bile. Bu durum evde tutulan arama tutanağında sabittir. Cep telefonuma el koyma kararı olmadığı ortaya çıkınca öğleden sonra apar topar karar çıkartıldı. Başka cep telefonum, flash belleğim olup olmadığı sorulmadı bile. Oysa hem ikinci bir cep telefonum, hem de uzun süredir kullanmamama rağmen flash belleğim vardı. Tüm bunlar da hedefin sadece ve sadece bilgisayar olduğunu göstermeye yetiyor.

Bir de otuz yıllık gazetecilik ajandalarımı aldılar. 40-50 ajandadan iddianameye koyacak tek satır “suç’’ bulamadıkları görülüyor.

****

Savcılıktaki ifademde önemli bir ayrıntı daha var.

Sayın Öz hakkında dava açtığımı, Yargıtay’ın beni haklı bulduğunu belirtmiştim. Davamız İstanbul 4. Asliye Hukuk Mahkemesinde devam ediyordu. Son olarak 1 Mart 2011 de bir duruşma yapılmıştı. O güne kadar olan duruşmaların hiçbirine ne davalım, ne de avukatları katıldı. Hakimin ısrarla talep ettiği savunmaya dahi cevap verilmedi. Ve bu duruşmadan iki gün sonra 3 Mart 2011 de Sayın Öz’ün talimatı ile göz altına alındım. Tabii davalı olduğumuz hemen basına yansıdı.

Avukatımla ifade vermek üzere Sayın Öz’ün makamına girdiğimde, daha oturmadan ilk sözü; “Hakkımda dava açtığından haberim yok’’ oldu. Bir yıldır devam eden bir davadan haberi olmaması mümkün müydü? Savunma psikolojisine girdiği belliydi. Hemen ardından, “Herhalde bana ifade vermek istemezsiniz’’ dedi. Vermek istediğimi söyledim.

İfade tutanağını yazdırmaya, “Örgüt kurucusu’’ olarak başladı. Tümü polisler tarafından hazırlanan (zira bir gece önce polisler ifademi almak istemiş, ben de susma hakkımı kullanıp, cevap vermemiştim) soruları sırasıyla sordu, ben de tüm açıklığı ile cevapladım.

İfadeyi vermem, Sayın Öz’ün benimle ilgili peşin hükmünde önemli bir değişikliğe (!) yol açtı. “Örgüt kuruculuğundan’’, ‘’Örgüt üyeliğine’’ tenzil-i rütbem gerçekleşti !..

Bu da önemli; bir buçuk, iki saatte 50-60 soru ile insan hayatı ve özgürlüğü hakkında ne kadar kolay karar verilebiliyormuş, onu gördük.

Korku filmimiz bitmedi; Sayın Öz’ün yönelttiği ilk yedi soru kendisi hakkında dava açmama sebep olan 2007 yılına ait telefon konuşmalarına ilişkindi. Odatv soruşturması ne zaman başlamış? Mart 2010 da… 2007’ye ait üstelik de “hasım’’ olmamıza yol açmış o telefon konuşmalarının burada ne işi vardı?

Sayın Öz, polislerin hazırladığı listeden tek farklı soru sordu. O da Halk Tv’nin satışına ilişkindi. Böyle bir olaydan gazeteler yazdıktan sonra haberdar olduğumu, hatta çok da anlamadığım için detayını Sayın Deniz Baykal’a sorduğumu söyledim ki, zaten bu süreçte Odatv de yazmıyordum. Acaba iddia makamı, iddianamede bu soru ve verdiğim cevaba neden yer vermedi?

Oysa o sözde “talimatlara” göre ben, “Baykal sevdalısı” idim ve bu durumunda “Odatv’nin yayın politikasına’’ uymuyordu. Başlıbaşına şu iki cümlede tutarsızlık yok mu? “Baykal sevdamın örgütü rahatsız ettiği’’ söylenmiş oluyor ki; o halde ben bu “örgütte” nasıl yer alıyorum?

Öte yandan eğer “Baykal sevdam” doğru ise – ki Sayın Baykal’ın aile dostumuz olduğunu Sayın Öz’e söyledim. “Örgüt lideri” Sayın Soner Yalçın, Halk Tv görüşmelerinde acaba “örgüt üyesi’’ benden neden istifade etmeyi düşünmemiş, bu konuda herhangi bir talepte bulunmamış?

Veya Sayın Soner Yalçın (CHP İletişim Koordinatörü Baki Özilhan’a yazıldığı söylenen, Halk Tv de çalıştıracağı isimlere ilişkin) mektubunda “örgütün” benim gibi “önemli” bir “üyesinin’’ adına neden yer vermemiş? Böyle gizli “talimatlar’’ veriyor, beni yönetip yönlendiriyor, ama Halk Tv de çalıştırmayı düşünmüyor!.. Demek ki, “kötü bir militanım”!..

****

İmralı’nın hoparlörü kim?

Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Mehdi Öztüzün ile görüştüğümü ne Soner Yalçın, ne Barış Pehlivan, ne de Barış Terkoğlu biliyordu. Ama beni izleyen ve dinleyenlerin bildiği ortada. Senaryolarına “uygun talimatlarını’’ da bu sayede hazırlamışlar.

Öztüzün’ü nasıl tanıdığımı, neden görüştüğümü Savcı Öz’e anlattım. Sağolsunlar bari burada cevabı yansıtmışlar. Kafamdaki soru ve buna ilişkin hazırlamayı düşündüğüm haber Öcalan’ın haftalık “basın” toplantılarının anında nasıl dışarıya yansıdığı, daha önemlisi konuşma özürlü bu zatın o açıklamalarının kim tarafından redakte edildiğiydi. Zira daha önceki yıllarda sızan tutanaklarıyla kıyasladığımda, bu konuşmaların tümünün yansımadığını, bazı bölümlerinin görülmediğini, tabiri caizse sansürlendiğini, bazı bölümlerinin de yeniden düzenlendiği tespit etmiştim.

Taslak yazımın başlığı da belliydi: “Öcalan’ın redaktörü kim?’’ (Bilgisayarımı inceleyen polislerin görmüş olması lazım. Görmemişlerse adli emanetteki imajdan harddiskten bulunabilir.) Ama o günlerde Sayın Başbakan, MHP liderine “Siz Kandil’in hoparlörü müsünüz?’’ deyince, ikinci başlık olarak ‘’İmralı’nın Hoperlörü Kim’” olarak belirlemiştim. Bugün sızan kasetler tam da düşündüğüm ve kuşkulandığım bir mekanizmanın kurulduğunu ispatlıyor. Baksanıza devletin görevlileri “postacılık’’ yapmış.

Mehdi Öztüzün telefonda bilgi veremeyeceğini söyledi. Benim de yüz yüze görüşmek için İstanbul veya Batman’a gitme imkânım olmadığından haber taslağı öyle kaldı. Zaten sonrasında da yazmayı bıraktığımdan bir daha görüşemedik.

Tabii Öztüzün isminin bir özelliği var. Öyle Öcalan’ın kelli, felli, etkili, yetkili avukatlarından biri değil. CIA’nın bölgedeki faaliyetlerini deşifre ettiği için ABD Adana Konsolusu’nun isteğiyle önce Batman Baro Başkanlığı’ndan, ardından DTP Batman İl Başkanlığı’ndan alınmış biri. Ki onun yerine Batman Baro Başkanı yapılan kişi geçen yıl PKK’nın döşediği bir mayın patlamasında hayatını kaybetti. Mehdi Öztüzün’le son görüşmelerimden birinin konusu da tamamen bu olmuştur. “Kadere bak’’ diyecektim, ancak M. Öztüzün bu konuda da konuşmak istemeyince, haberi yapmadım.

Velev ki Öztüzün’le Öcalan’ın avukatı olarak görüştüm.

Suç mu?

Onlarca gazeteci, köşe yazarı Öcalan’ın mesajını taşıyan avukatlarla görüşüp bunu ballandıra ballandıra yazmadı mı, yazmıyor mu? Bırakın avukatlarını bizzat kendisiyle görüşüp, mesajlar götürüldüğü, getirildiği ortaya çıktı. Ne yani; kendisiyle görüşmek suç değil, avukatlarıyla görüşmek mi suç oluyor?

İddianamede aynı suçlamanın yer alması, sayın savcının benim anlattıklarımdan ikna olmadığını gösteriyor. Olabilir.

Diyelim ki çok “profeyoneliz”, “gizliliğe” riayet ettik. O yüzden telefonlarımdan, iddianameye konabilecek tek satır çıkarılamadı. Doğrunun peşindeysek, hukuku uygulayacaksek yapılacak iş basitti: Mehdi Öztüzün’ün ifadesi alınırdı.Acaba bu neden yapılmadı? Yazılmış senaryonun bozulmasından mı korkuldu?

****

İsyanımın sebebi

Neden PKK ile ilişkilendirme çabası üzerinde bu kadar duruyorum?

Çünkü bu bana 6.5 aylık haksız – hukuksuz esaretimden daha ağır geliyor. Önce kendime, daha sonra beni tanıyanlara ve en nihayet Türk Milleti’ne duyduğum saygı, bu konudaki düşünce ve duruşumun en ufak bir terreddüte mahal vermeyecek şekilde ortaya konulmasını gerektiriyor.

Herkes şunu bilsin ki, tek başıma kalsam da ülkemi ve milletimi bölme senaryoları ile mücadele edeceğim. Çünkü şerefli ve büyük Türk Milleti’nin Kürt kökenli bir mensubu olarak, 100 yıldır bizler üzerinden hayata geçirilmek istenen bu senaryolarla mücadelede, öncelikle bizlere görev düştüğünü, hatta iki misli gayret sarfetmemizin boynumuzun borcu olduğuna inanıyorum. Keşke, tamamına yakınının benim gibi düşündüğünü bildiğim Kürt kökenli vatandaşlarımızın hepsi daha fazla sesini çıkarsa da senaristlerin ve siyasilerin, bölücüler ve teröristleri palazlandırmasının önüne geçse.

Bir şeye çok özendim;

İspanya’da dönemin Başbakanı Aznar’ın bayrağını alıp, Milletiyle elele ETA terörünü protesto etmesiydi özendiğim ve özlediğim sahne!.. Benim de rüyam bu; Acaba birgün ülkemi yönetenler de milletinin önüne düşüp, bölücü terörü tek bir ses ve yürek halinde protesto eder mi? Bu anlayıştaki bir gazeteci olarak yapabileceğim yazmak, planları deşifre etmekten başka ne olabilirdi ki? Dağa mı çıkacaktım? Belki de çıksam, Silivri’de olmaz, kimbilir Oslo’larda ağırlanırdım.

Suç delileri!.. Bu iddianamede Öz’ün gölgesi var

Örgütümüzden kimleri tanıyorum diye bir baktım. İşte çetele:

Yalçın Küçük: Hayatım boyunca sadece 2 yıl önce kitabımın basımı için görüştüm. Ondan sonra gözaltında iken Emniyette karşılaştım.

Soner Yalçın: İlk ve son kez babamın vefatı dolayısı ile başsağlığı dilemek için aradığında görüştüm. Mahkemede tanışacağız.

Barış Pehlivan: Yazı gönderdikçe, “Yazı gönderdim, mail attım” diye telefonda bilgi veriyordum. Birbirimizi ilk kez mahkemede göreceğiz.

Barış Terkoğlu: Barış Pehlivan’ın izinli olduğu günlerde yazı gönderirsem, onunla muhatap oldum. Terkoğlu’yla da mahkemede tanışacağız.

Doğan Yurdakul: Ankara’da olduğu için bir iki kez görüştük. Özellikle rahmetli eşinin ameliyat olduğu dönemde sık sık aradım.

Mehdi Öztüzün: 5-6 kez telefonla görüştük ama hiç tanışmadım.

Hanefi Avcı: Kitabı çıktıktan sonra çok kez görüştüm. Ancak ilk kez ailecek yaptığım röportajda tanıştım.

Hepsini toparlarsanız epey telefon görüşmemiz var. Sorun şu ki; iddianamede adı geçen kişilerle ilgili tek bir iletişim tespit tutanağına yer verilmiyor. Yani hiçbir “suç” unsuru bulunamamış. Bir adet e-mailimiz dahi yok.

****

Elkonulan 40-50 ajandamdan da tek satırın olmadığını belirtmişim.

Hangi haber veya yorumumla, “kara propaganda” yapıp, “toplumu yanlış bilgilendirdiğim “ de yazmıyor.

Peki, 3.5 sayfa ile adeta 40 kg’lık cüsseme uygun tanzim edilmiş iddianamede ne var?

Ocak 2011 tarihine ait bir telefon konuşması. Görüştüğüm hanımefendi öyle “ulusalcı” falan değil, aslanlar gibi “milliyetçi”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni var edenlerin ta 1912’de kurduğu, kamu yararına çalışan ve halen Türkiye’nin her yerinde faaliyet gösteren bir derneğin Ankara Şube Başkanı.

İlk Odatv operasyonu yapılınca beni merak etmişler, aramışlar. “Ben artık orada yazmıyorum ki” demişim, ardından kendi kuruluşları ile ilgili bir meseleyi konuşmuş ve “Bizim cenah böyle yaptıktan sonra, kime ne diyeceksiniz ki“ demişim. Sayın savcı veya polisler, buradaki “cenah” kelimesini “cephe” şeklinde cımbızlayıp, iddianameye koymuşlar. Oldu size “Odatv örgütünün” delili!..

Sayın Zekeriya Öz’e kiminle, neyi konuştuğumu satır satır anlattıktan sonra, “İnanmıyorsanız, iletişim tespit tutanağı önünüzde olmalı, baştan sona okuyun lütfen” diyerek, kendimden ne kadar emin olduğumu gösterdim. Buna rağmen görüldüğü gibi cımbızlanan bir kelime ile “suç” işlediğim ispatlanmaya çalışılmış!.. İddianamede benim bu konudaki cevabıma hiç yer verilmemesi de tuhaf değil mi? Savcının görevi, ifadeleri laf olsun, bir görev ifa edilmiş olsun diye almak, işine gelmeyen cevapları da yansıtmamak mıdır? Böylece insanların kafasında soru işaretleri bırakıp, senaryonun daha kolay uygulanmasına mı çalışılmaktadır?

****

İddianamenin benimle ilgili bölümünde bir iletişim tesbit tutanağı daha var. Bu ne mi? Sayın Zekeriya Öz’e dava açmama yol açan 2007 tarihli o telefon konuşmalarım. Yani Odatv’de değilim, bunu bırakın daha soruşturmanın “se’si” ufukta yok, dahası dava konusu olmuş 2007’ye ait konuşmam, 4 yıl sonra “suç” delili yapılıyor.

Sayın Öz’ün hakkımda aldığı resmi dinleme kararının yılı ise 2010.

Bu haliyle, bu iddianame bana göre yok hükmündedir, gayri hukuki ve gayri ahlakidir. Ve korkarım ki, iddianamenin benimle ilgili kısmı Sayın Öz tarafından yazılmıştır. Şayet iddianamenin altında imzası bulunan Sayın Savcı bunu bizzat yazmış olsa, “2007 tarihli, dava konusu olmuş bir telefon konuşmasının burada ne işi var?” diye düşünür ve çıkarırdı.

Evet bu iddianamenin içinde Sayın Öz’ün ruhu, üzerinde de gölgesi vardır. Hakkında dava açmam sebebiyle intikam almak için fırsat kolladığına inanıyorum.

Kuvvetli delilim de var.

O davayı benimle birlikte açan diğer gazeteci arkadaşı çok kısa bir süre sonra 2. Ergenekon iddianamesine sanık olarak koydu. Benim için beklenen fırsat da Odatv operasyonu ile bulunmuş olmalı. Lâkin geç kalınmıştı, zira 4 aydır yazmıyordum. Buna rağmen operasyon öncesinde apar topar o “talimatları” benim bilgisayarıma yüklemek suretiyle “rövanş” alınmış oldu. İddianamedeki “katalog suçlarımız” arasında şöyle bir madde de var :

“Ergenekon davasına bakan kişilerin yıpratılması…”

Acaba Sayın Öz’e dava açmam bu suça mı giriyor?

****

Çelişkiler…

İddianamede; “orantısız” suç ve cezaların istendiği dikkat çekiyor.

Mesela, Sayın Hanefi Avcı’nın kitabını yazmaya yardım ettiği öne sürülen Nedim Şener, “örgüte yardımla” suçlanıyor.

Hanefi Avcı ile röportaj yapmış olan ben, “örgüt üyeliği” ile suçlanıyorum.

4 – 5 kalem suçla itham edilen ve hakkında benden daha ağır ceza talebinde bulunulan İklim Ayfer Kaleli, (geçen 6,5 aylık sürede onunla ilgili de yeni bir delil yok ) mahkemeye bile gönderilmeden, bizzat Sayın Zekeriya Öz tarafından serbest bırakılıyor.

2 kalem “suçla” itham edilen ve daha az ceza talep edilen ben, 6.5 aydır Silivri’de esir tutuluyorum.

****

Sonuç:

İşte gözaltına alınmamdan tutuklanmama, 6.5 aydır da Silivri’de rehin tutulmama yol açan süreç,

İşte devletin en tepesindekilerin bizleri peşin peşin dünya aleme “terörist” diye tanıttığı “faaliyetler”,

İşte gizlilik kararı olduğu gerekçesiyle bizlerden gizlenen, ama ilk günden bir kısım medyaya servis edilerek kurulan “birinci derece infaz mahkemelerinde” kesilmiş cezalar,

Ve işte “Durun bakalım, bekleyin onlarınki gazetecilik faaliyeti değil. Neler neler var” denilerek satışa çıkarılan dosya.

İşte bu da benim karşı iddianamem, itiraznamem…

Yüce Türk Milleti’nin huzurunda diyorum ki;

Benim 6,5 aylık esaretimi maddi hiçbir karşılık telafi edemez.

İsterse Türk mahkemeleri veya AİHM, Türkiye bütçesi tutarında bir meblağın tarafıma tazminat olarak ödenmesine karar versin, anlamı ve değeri yok.

Tek isteğim, bu hakka, hukuka, vicdanlara aykırı sürecin sorumlularının hukuk devleti ciddiyetine yakışır bir şekilde süratle ortaya çıkarılması ve hesap sorulmasıdır.

Çok açık ki, üzerime geçirilmek istenen “deli gömleğinin” ilk düğmesi yanlış iliklenmiştir.

O halde benden önce başkalarının sorgulanması ve yargılanması gerekiyor. Bu yapılmadan 22 Kasım 2011’de mahkeme huzuruna çıkıp, sözkonusu iftiralar, komplolar için savunma yapmak (sonuç ne olursa olsun), bu gayr-i meşru süreci meşrulaştırmak, o “deli gömleğini” giymeye rıza göstermek olacaktır.

Bu tavır ve tepkim, kesinlikle Türk Milleti adına görev yaptığına/yapacağına inandığım mahkemeye değil, bu iddianameyi oluşturanlarla, hakkımda yargısız infaz yapan siyasi makamlaradır.

Takdir ve karar Yüce Türk Milleti’nindir

Son sözüme gelince…

Ey 40 kg’lık, 48 yaşındaki bir kadının kaleminden korkanlar;

Haberlerimle, yazılarımla verdiğim rahatsızlık sebebiyle özür dilemiyor, dilsiz şeytan olmayacağımdan sizleri rahatsız etmeye devam edeceğimi duyuruyorum.

“Zulmün topu var, güllesi var, Kal’ası varsa,

Hakkın bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır. “

Silivri’den sevgi ve saygılarımla,

Müyesser Yıldız

17 Eylül 2011

Odatv Link: https://odatv4.com/yazar/muyesser-yildiz/bu-bir-savunma-degil-karsi-iddianamedir-0310111200.html

Kategori:Uncategorized