Müyesser Yıldız mahkemede ‘savunma’ yapmadı… İddianameyi reddetti… İnsanlara tuzak kuran devlet içindeki “virüs örgütü” hakkında suç duyurusunda bulundu…
İşte o itiraznameden satır başları:Sorun yasalar veya zihniyette değil, “NİYET”tedir. Niyetiniz nedir?Devlete sızmış 3-5 virüs var. Nuri Alço’nun masum kızların gazozuna ilaç atması gibi insanların bilgisayarına virüs atıyorlar. Silivri’ye düşürdüler; ama çok şükür kötü yola düşüremediler. Hala gazeteci oğlu gazeteciyiz.Olmayan örgütün, olmayan medya kolu olarak, olmayan suçu anlatmamız isteniyor…Bu bir iddianame değil iftiranamedir… Çok kötü bir senaryo. Rolümü beğenmedim, bana göre bir rol değil.Bir büro ilk kez toptan “terörist” olarak yargılanıyor. Anlaşılıyor ki biz kobayız. Bünye kabul ederse diğer gazete bürolarına da rahatlıkla yaygınlaştırılacak demektir.Bu iftiraname değil hukuki, kanuni bile değil. Ve ben de Başbakan gibi diyorum ki; “Ben bu ileri hukuku tanımıyorum.”…Devlette paralel devlet olmaz. Devlet içinde devlet olmaz. Olursa o devlet kimseye yar olmaz, çöker. Şu anda biz bunu yaşıyoruz.Başbakan’ın yatak odasının dinlendiği yerde hiçbirimiz güvence altında değiliz. Bu silahın yarın siz dahil, hangimizi vuracağı belli olmaz…Silivri’deki 10 aylık zorunlu ikametimin adını koymak istemiyor, mahkemenizden kendimle ilgili bir talepte bulunmayı da zul addediyorum. Yegâne talebim bu gayri hukuki, gayri ahlâki ve gayri vicdani sürecin hesabının sorulmasıdır…Örgüt kavramı sulandırılmış, maymuncuk yapılmış, niyet okuma ve İTHAM sistemine dönülmüştür…
Müyesser Yıldız’ın 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yapılan Oda Tv duruşmalarının 4 Ocak 2011 günündeki 7. celsesinde, 16.30 sıralarında iddianameyi reddederek kendisine tuzak kuran virüs örgütü hakkında suç duyurusunda bulunduğu savunması özetlenerek aşağıya çıkarılmıştır:
Adım Müyesser Yıldız Uğur. Önce isim konusuna bir açıklık getireyim isterseniz; örgüt adı ya da kod adı olmadığına… Yıldız benim kızlık soyadımdır; mesleğe o isimle başladım. Kızlık soy ismi olarak nüfus cüzdanıma da özel işlettim problem olmasın diye. Müyesser adım, Yıldız kızlık soyadım, Uğur resmi soyadım.
Suç Aletlerimi Getirdim
Efendim suç aletlerimi getirdim: (100 Yılın Hesabı- Türk’ü Tasfiye Projesi ve Yılan’ın Kış Güneşi isimli kitaplarıyla elindeki tükenmez kalemlerini gösterip ) şu bir bomba , şu bir Molotof -cezaevinde ürettim- efendim, şunlar da silahlarım bunları bilginize sunuyorum. Şunu özellikle getirdim. 2009’da yayımlandı bu kitap; ben Oda TV’de yazmıyordum o zaman . Polisler evime geldiğinde bu kitabın basılmış hali varken bilgisayar çıktısına el koydular. Çok merak ettim; ya işte basılmış hali var neden bilgisayar çıktısını alıyorsunuz. Yüzlerce sayfayı oturdum ben tek tek imzaladım. Neden? Polis acaba metne bir ekleme yapar mı? Acaba mesela şöyle bir şey koyarlar mı: “Nedim Müyesser’i çalıştırsın.”? ( Gülüşmeler ) Şimdi Emniyet teşkilatımızın -ki mensubu olmaktan gurur duyuyorum eşimden dolayı- resmi bir kurumumuzun bu hale düşmüş olması içler acısıdır. Ona dikkat çekmek için bunu dile getirdim. Siz de öğrenebilirseniz çok sevineceğim; hakikaten taslağa niye el koydular kitap çıktığı halde?
Efendim şunun ne olduğunu birazdan izah edeceğim. Burada da önemli bir suç delili var.
Kusura bakmayın 50 yaşına 2 kala hayatımda ilk defa terörist olduğum için heyecanımı yadırgamayın. Kastı aşan bir şey olursa anlayış göstereceğinizi umuyorum. 12 Eylül gibi bir dönemde üniversite öğrencisiydim, terörist olmadım; bu yaştan sonra terörist olmak hakikaten koydu.
Niyetiniz Nedir?
Öncelikle mahkemenize yönelik; yani mahkemenizin tüzel kişiliğine yönelik bir eleştirim var efendim, şahıslarınıza değil. Ben iki tane dilekçe verdim cezaevindeyken. Birisi ek klasörlerin yayın yasağı hususunda. Çok şükür ek klasörlerde beni mahcup edecek herhangi bir şey yok. Alnım açık. Ve belki inanmayacaksınız, savcılığın bana gönderdiği ek klasörler CD’sini zarfından dahi çıkarmadım. Sadece benimle ilgili olan kısmını eşimden rica ettim, onların çıktısını getirdi. Ne var acaba, hangi suçları işlemişim diye baktım. Onun dışında insanların özel hayatına tecavüz olacağı, bunu kendime yakıştıramayacağım için geri kalanında ne var ne yok hiçbir şey bilmiyorum. Bu yayın yasağını kendim için talep etmiyorum ben, insanların özel hayatı İMKB’ye sunulmasın diye istedim. Mahkemeniz, talebimi bundan 2-2,5 ay sonra burada karara bağlamaya çalıştı. İş işten geçmişti, herkesin eline geçmişti artık. O yüzden vazgeçtim bu talebimden.
İkincisi efendim, bilgisayarımdaki o virüslerle ilgili bilirkişi raporu ODTÜ’nün. Bunu bizimkiler bir hafta sonu sonuçlanmış, almışlar. Bir Pazar günüydü, avukatım heyecanla cezaevine geldi. Ben Pazar günü avukat beklemediğim için anneme bir şey olduğunu düşündüm, çok heyecanlandım, çok korktum. Ve “Eyvah, annemi kaybettim ben.” diye çıktım. Meğerse bilirkişi raporu çıkmış, haklı olarak heyecanlanmışlar. Zaten virüs olduğunu az buçuk biliyorduk. Hemen dilekçe verdik Pazartesi günü. Üzerinden 2,5 ay geçti sayın başkan, şimdi bir 2,5 ay daha bekleyeceğiz. 1 dakikalık yatmamı gerektiren bir suç olmadığı halde. En temel iddia o virüslerdi bilgisayarda bulunan. Bu dikkate alınmamış. Biz 2,5 ay 3 ay daha bekliyeceğiz, bundan üzüntü duyuyorum.
Adalet mekanizmasının hızlandırılmasından söz ediliyor. Ben elimden geleni yaptım adalet mekanizmasının hızlanması için. Yani kanun değişikliği vs. meselesi değildir bu. Ya da zihniyet meselesi değildir. Niyet meselesidir. Niyetiniz nedir? Daha uzun süre cezaevinde tutmak mıdır?
Nuri Alço Gibi
Efendim devlete sızmış 3-5 virüs var. İyi çocuklar seçilmiş, aranmış bunlar. Ben bunlara Nuri Alço diyorum. Bilmiyorum yaşınız hatırlamaya yetiyor mu? Nuri Alço’nun filmlerini bilirsiniz: iyi aile kızlarının gazozlarının içine ilaç atarlar, sonra kötü yola düşürürler. Bizim bilgisayarlarımıza bu iyi çocuklar, bu Nuri Alço’lar virüs attılar. Çok şükür Silivri’ye düşürdüler; ama kötü yola düşüremediler. Biz hala gazeteci oğlu gazeteciyiz. Onlar ne derlerse desinler.
Keşan Müftüsü çok iyi bir ölçü koydu: “Adam olan bacadan girmez.” dedi. Ki bunu kimin için söylüyor? Hediye getiren Noel Baba için söylüyor. Düşünün hediye getiriyor; ama bacadan girdiği için adam değil diyor. Şimdi sizin bilgisayarlarınıza giriyor bu insanlar, bu virüsler… Bunlara ne denir acaba? 2 veya 4 ayaklı mahlukat ismi ben bulamadım, onu da Keşan Müftüsüne havale ediyorum.
Saatlerdir hukukçular bilirkişi gibi virüsleri açıklamaya çalışıyor. Herkes işini gücünü bıraktı onlarla uğraşıyor. Ben bilgisayardan anlamam, bilgisayarı daktilo gibi kullanırım. Yazımı yazarım bir de mail atarım o kadar. Başka bir işim olmaz. Ama hukukçular işini bırakmış bunlarla uğraşıyorlar.
İftiraname mi Kötü Bir Senaryo Mu?
Ben savunma yapmıyorum. Sizinle dertleşmeye geldim. 10 ay sonra huzurlarınıza çıkmanın heyecanıyla geldim. Bir de sizin bu göreve yeni gelmenizden duyduğum saygıdan dolayı. Yoksa burada savunulacak bir şey yok. Üç buçuk sayfa yer tutuyorum iddianamede. Sayfa başına 100 gündür yatıyorum. Ve dediğim gibi 1 dakika yatmamı gerektiren bir durum yok. Olmayan bir örgüt, hukuken varlığı ispat edilememiş bir örgüt. Olmayan bir örgütün, olmayan medya kolu olarak işlemediğim bir suçu ispat etmeye çalışıyorum. Günlerdir size de yazık. Bilmiyorum artık algılayabiliyor musunuz, anlayabiliyor musunuz? İnanın ben bile koptum belli bir noktadan sonra.
Niye buradayım? Yılmaz Özdil, Bekir Coşkun bir benzetme yaptılar “Göbeğini Kaşıyan Adam, Bidon kafalı” diye. Kıyametler koptu: “Siz halkı nasıl aşağılarsınız?” diye. Şimdi şu iddianame hepimizi bidon kafalı yerine koyan bir kağıt yığınıdır. İddianame bile diyemiyorum. İftiraname diyeceğim, ayıp olur; senaryo diyeyim. Kötü bir senaryo, çok kötü bir senaryo. Niye bunu söylüyorum? Yalçın Hoca başlangıçta dedi ki: “Bu iddianamenin bir TC’si doğru, bir de sonundaki imza doğru.” Benim açımdan, en azından benimle ilgili kısım için söylüyorum, sonundaki imzanın bile doğru olduğundan şüphem var. Neden? Benimle ilgili ilk delil 2007’ye ait bir telefon konuşması. Yani Oda TV’de değilim; hiç bunlar yok, soruşturmalar yok. Daha önemlisi bu 2007 telefonu, benim Sayın Zekeriya Öz’ü dava ettiğim telefon konuşması. Davalık olmuşuz, benim hasmım davamız görülürken beni gözaltına aldırmış, tutuklatmış. Dava ben cezaevindeyken bitti ve kazandım. Özel hayatıma girip, ki o zaman ben o davada hiçbir şey değilim… İşte bu ek klasörlerde yayınlanan şeyler… Bir gün mahkemeler, savcılar bunların altından nasıl kalkacak? Gerçi sizler ödemiyorsunuz artık, Adalet Bakanlığı ödüyor; ama neticede davadır. Özel hayatın gizliliğini ihlalden bu davayı ben kazandım. Şimdi eğer bu iddianameyi Sayın Cihan Kansız yazmış olsaydı, bu dava konusu olan – ki Zekeriya Öz ifademi alırken kendisi de biliyor ben de biliyorum hasım olduğumuzu… Bu iddianameye girmemesi, Cihan Kansız ve bu iddianameyi kabul eden mahkemenin: “Dava konusu olan telefon konuşmasının ne alakası var?” demesi lazımdı.
Hiç olayla ilgisi olmayan bir şahısla konuşmam var. Ne örgüt liderleriyle konuşmam ne de diğer örgüt elemanlarıyla konuşmam var. Tırnak içinde söylüyorum.
Hele ki bir milletvekili, A.İhsan Köktürk, benim bilgisayarımda bulunan virüs ile ilgili bir soru önergesi verdi İçişleri Bakanı’na, cevaplandırılmak üzere. “O virüsler Emniyet’te mi yüklendi?” diye sordu. Soru önergesine cevap daha Ankara’ya ulaşmadan bir gazetede yayınlandı. Yani görülüyor ki, artık bakanların soru önergelerine cevap gazete bürolarında hazırlanıyor Sayın Başkan. Onun için ben bu iddianamenin Beşiktaş Adliyesi’nde hazırlandığından da ciddi şüphe içerisindeyim. Ve iddianamenin altındaki imza ıslak imza mı, kuru imza mı onda da tereddüdüm var.
1978-79 yılında liseyi birincilikle bitirdim. 78-79. Herkes benim parlak bir fakülteye girmemi bekliyordu, gazeteciliği seçtim; yani taammüden gazeteci oldum. Ve 30 sene sonra taammüden terörist olmuş oluyorum.
Bizim bir dersimiz vardı efendim . Film Teknikleri diye bir ders. Senaryonun yazımını öğretirlerdi. Gerçi televizyonculukla pek ilgim yok; ama az buçuk aklımda kalan, 30 sene öncesinden. Çok iyi bir hocamız vardı: Süha Arın, rahmetli. Geçenlerde Pennsylvania’daki bir büyüğümüz Muhteşem Süleyman dizisini yerden yere vurdu haklı olarak. Dedi ki: “Gerçeklerle bağdaşmıyor.”. Şimdi bir film, senaryo ne kadar uyduruk da olsa hayatın gerçekleriyle bağlantılı olmalı. Şimdi siz Kanuni Sultan Süleyman’la Hürrem Sultan’ı cep telefonunda konuşturamazsınız. Ya da ne bileyim Predatör’lerle savaştıramazsınız. Bugünün şartları, kıyafetiyle oynatamazsınız.
Şimdi senaryoda senaryo tekniğine ne kadar uygunluk var onu ele almak istiyorum. Başlangıçta bana biçilen role itirazım var. Yaşıma başıma terörist olmak uymuyor. Çoluk çocuk sahibi bir kadınım. Rol yeteneğim hiç yok. Yani gel şurda teröristi oyna deseler, beceremem. Hele PKK’lı rolünü Nobel verseniz, Oscar verseniz yine oynayamam.
Şimdi yanlış anlamasın hiç kimse. İklim Hanım başrollerde. İklim Hanım’a yöneltilen suçlamalar benimkinden fazla. Ben 2 madde ile suçlanıyorum, onunki daha fazla. İklim Hanım tutuksuz. Normali de bu zaten. Ve ben 10 aydır tutukluyum. Şimdi seyirci soracak; sordular da zaten. Şimdi elit seyircimiz var, hukukçular var, dışarıdan yabancılar var filan yani. İnsanların kafalarında soru işareti doğacak bu senaryo ile ilgili: “Müyesser niye tutuklu da işte İklim tutuksuz?”. Soruyorlar işte. Ben de soruyorum bu soruyu.
Diğer Oyuncularla Adliyede Tanıştım
Biz oyuncular ne zaman tanıştık? 22 Kasım’da buraya geldiğimizde; aşağıda, garajda tanıştık.Yani bir uyum sağlayabilir mi, sahneye çıktığımızda frekansımız tutar mı?…
Bakıyorum, Soner Yalçın’la hayatımda 1 kere telefonla konuştum. Babamı kaybetmiştim, başsağlığı için aradı. Barış’larla çok telefon konuşmam ve çok mailim var. Niyet sorgulaması dedim ya. Keşke mesela iddianameye konsaydı, iddianameda benle ilgili bakıyorum bu olayla hiç ilgisi olmayan 2 bayan arkadaşımın telefonları var, onlarla telefon konuşmam var. Barış’larla mesela yazı yazmışım, göndermişim işte, tanışmıyoruz, hiç tanışmıyoruz. Telefonda hatta Barış’lar diyor ki bana “ İstanbul’a gelseniz de bir tanışsak“ diyorlar. Şimdi iyi niyetli bir makam bu telefonları da koyar. Yok! Ya da Soner Yalçın’la kaç kere görüştüğümü koyar. Mesela örgüt lideriyle görüşmez mi oyuncu? Oyun oynuyoruz ya.
Yalçın Hoca ile bir kere tanıştım. Kitabım demin gösterdiğim şu kitabı yayınevinde basabilir miyiz diye. Hoca bana çok güzel bir Selanik kurabiyesi ikram etti anlaşamadık o kadar. Defterimin köşesinde Yalçın Küçük’ün telefonunu bulmuşlar. Yalçın Küçük’le tanışmam o.
“Onlar Gazeteci Değil Terörist”
Türk Hukuku’na, evrensel hukuka göre terörün, teröristin tarifi belli. Silahlı olması lazım. Hiçbirimizden silah çıkmadı. Bir bıçak olsa bari. Mesela benim evimde bıçak var. İyi de bıçak kullanırım; çünkü iyi yemek yaparım. Polisler eve geldiler, doğrudan canlı bomba gibi bilgisayarın üstüne atladılar. Dediğim gibi bıçak var, bıçak alın..ya da eşim benim emniyet mensubu. Onun silahını alın. Yani 30 küsür yıllık polis, 20 küsür yıllık karısının terörist olduğunu anlayamamış. Emniyet teşkilatı onu istihdam etmeye devam ediyor, devlet açısından içler acısı. Bu kadar dünyadan bihaber, onun silahını alıp pekala cinayet falan işlemiş olabilirim mesela. Söz konusu terör örgütü dediğimiz tabir evrensel standartlarda da Türk yasalarında da çok açık: silah olacak, şiddet olacak, cebir olacak. Tehdit bile saymıyoruz. Tasarıda tehdit vardı tehdidi çıkardılar.
Biz hem teröristi oynayacağız hem savcının görevini yapacağız. Savcıya diyoruz ki: “Ne olur şu sözde belgeler nereden nasıl gelmiş, baksanız?”. Biz koşturuyoruz üniversitelere. Ben savcının işini yapıyorum, savcı hakimin işini yapıyor. Peki hakim ne yapıyor? O Yargıtay’a gidiyor. Böyle karmakarışık,rollerin karıştığı bir süreç yaşıyoruz. Hakikaten işin içinden çıkamıyorum.
Bu senaryoda en önemli yanlış da şu: bir filmin, bir oyunun ilgi çekmesi için bir heyecan verilir, sonu merak ettirilir. Biz daha sahneye çıkmadan hem filmin yapımcıları, hem sponsorları: “Siz onların gazeteci olduklarını zannediyorsunuz, onlar filmin sonunda terörist çıkacak.” diyor.Yani Ankara’dan ağzını açan: “ONLAR GAZETECİ DEĞİL TERÖRİST” diyor. Mahkemeniz de zan altındadır.
Köhne Hukuk – İleri Hukuk
Yeniden senaryoda bana biçilen role dönüyorum; çok geri zekalı bir rol biçilmiş bana. Neden? 14 Şubat’ta bu operasyonun birincisi yapıldı; yani Soner Beylerin alındığı operasyon. 2 gün sonra gazeteler Oda TV’nin bilgisayarlarında bu sözde talimatların bulunduğunu yazmaya başladı. Ben de bunları okuyorum gazetelerden. Hatta okumakla kalmıyorum. Avukat Tugay Topbaş’ı arıyorum -Barış’lar yeni evli, çocukların eşlerinin bir şeye ihtiyacı olabilir mi, ben ne yapabilirim- diye. Sonra: “Ne bu talimat malimat dosyadan çıkan?” diyorum. Bari savcı bu konuşmaları çıkarsın. Yani gazeteler günlerce yazıyor, ben o bilgisayarı yok etmiyorum. Zekeriya Bey’e bunu söylediğimde, şunu söyledi. O da bilgisayar uzmanı ya: “Siz onu yok etseydiniz de biz geri getirirdik.” Onu ben de biliyorum herhalde. Bilgisayarı da mı kıramazdım? Evde eşimin, oğlumun bilgisayarları var. Ama zaten polis neyi bulacağını biliyordu. Bakın, o kadar iyi biliyordu ki..en önemli delillerden biri cep telefonudur, değil mi? Benim cep telefonuma el koyma kararı almayı unutmuşlar. Öğleden sonra hatırladılar. Zekeriya Bey’le görüştüler, Zekeriya Bey de yazı gönderdi. Zekeriya Bey’e ben ısraren şunu söyledim: “O bahsi geçen bilgi belge neyse sizden şunu istirham ediyorum: velev ki onlar benim, bunlar hangi yolla geldi? Uçaktan mı attılar, bir maille mi geldi, evime mi bıraktı birisi; nedir, nasıl geldi? Hangi tarihte geldi? Kimden geldi? Onları söyleyin bana.” Zekeriya Öz: “Aşağıda, mahkemede öğrenirsiniz.” dedi. Aşağıya, mahkemeye indim. Aynı şeyleri sorup: “Zekeriya Bey burada öğreneceğimi söyledi.” dedim. Hakim Bey iyi niyetli sayfa sayfa sayfa aradı ve: “Böyle bir bilgi yok.” dedi.
Özetle ortada olmayan bir suçu kabul etmiyorum. Fakat çok gayri hukuki, gayri kanuni, gayri vicdani bir süreçle Ankara’dan buraya getirildiğimi biliyorum. Bunun hesabının sorulmasını istiyorum. Gazeteci dokunulmaz değildir. Neydi bizim köhne hukukta: gazeteci yargılandığında en fazla sorumlu yazı işleri müdürü de gider, ifadeleri alınır neyse. Bir büronun toptan terörist olarak alındığı bir dava ilk kez yaşanıyor Türkiye’de. Eğer bu savcıların ve polislerin gözüyle bakarsak, bu mantığa göre Türkiye ‘de veya dünyada bütün gazete büroları terör ofisidir, terör merkezidir. Keşke bu davanın müştekisi Nazlı Hanım buraya gelmiş olsaydı. Nazlı Hanım’la çok uzun yıllar çalıştım. Ekip olarak yaptığımız haberleri düşünüyorum da bu mantık olsaydı CIA da, El Kaide de bize bağlanırdı. ANAP iktidarına karşı, rahmetli Turgut Özal’a karşı gazetecilik yaptık Nazlı Hanım’ın yönetiminde. Rahmetli Turgut Bey beni hapse tıktırmadı, dava bile açmadı. Ha beni işten attırdı, sonra Tercüman’ı da batırdı ayrı. Ama insanların özgürlüklerini elinden almadı.
Şimdi o köhne hukuk yine uygulanıyor. Kime uygulanıyor? Yandaş ve candaş medyaya. Onlara dava açılıyor, gidiyorlar ifadelerini veriyorlar… Neden? Bitmemiş davalarda insanlara yargısız infaz yaparsanız, gazete manşetlerinde idam sehpaları kurarsanız hakimler, savcılar görmese dahi bu olayın tarafları, mağdurları elbette ki dava açacaklardır. Ama: “Bize dava açıyorlar, özgürlüğümüz elimizden gidiyor.” diye bağırıyorlar. Bizim başımıza gelen nedir? Tabi her yeni uygulamada kobay seçilir. Anlaşılıyor ki biz bu ileri hukuk uygulamasında kobayız. Eğer bünye kabul ederse, herhalde diğer gazete bürolarına da yaygılaştırılacak.
“Ben Bu Hukuku Tanımıyorum”
Köhne hukuk, ileri hukuk kıyaslaması yapmışken Sayın Başbakan’ın yaşadığını örnek vermek istiyorum: Belediye Başkanı iken 4 ay hapis cezası aldı. O da “halkı kin ve düşmanlığa sevketmekten”, yani bazılarımızın suçlandığı madde ile suçlandı. Sayın Başbakan son güne kadar görevinin başındaydı, evi basılmadı. Mahkemeye çağrıldı, davası görüldü, Yargıtay’da hüküm kesinleşti. Cezaevine gireceği gün belli oldu ve devlet töreni ile paşa paşa gitti, Pınarhisar Cezaevi’nde çamaşır makineli, günde yüzlerce ziyaretçili cezaevinde kaldı. Toplam 4 ay; ama hala anlata anlata bitiremiyor: “Zulüm yapıldı.” diyor sayın Başbakan. Tabii her insanın zulüm sınırı farklıdır.
Sayın Başbakan giderken birşey söyledi: “Bu karar kanuni olabilir; ama hukuki değil. Ben bu hukuku tanımıyorum.” dedi. Şimdi şu iftiraname, şu dosya kanuni bile değil. Ve ben de Sayın Başbakan’dan cesaret alarak diyorum ki: “Ben bu ileri hukuku tanımıyorum.”
Onun için ifade vermek, savunma yapmak istemiyorum. Şimdi siz bana bilmem ne örgütünü soracaksınız. Onu görmedim, duymadım, bilmiyorum. Ama devlete sızmış bu virüsü çok iyi biliyorum. Gelin önce bu örgütü ortaya çıkaralım. Bu bir tüzel terör örgütüdür. 10 yıl bakanlara çok yakın çalıştım. Devlette paralel devlet olmaz. Devletin içinde devlet olmaz. Öyle bir durumda o devlet kimseye yar olmaz, çöker. Şu anda biz onu yaşıyoruz.
Bir de şu deftere bakın, ne olduğunu anlatacağım. Burada konuşulanları tümüyle satır satır not aldım. Şimdi 2-3 sene sonra polislerin evimi basması ihtiyacı hasıl olursa, bu bir suç belgesidir. Bütün “örgüt” burada. Yalçın Küçük burada, Soner Yalçın burada, Doğan Bey burada. Hiçbir araya gelmemiştik, bu defter sayesinde geldik. Deftere tarihi, yeri de yazıyorum Çağlayan Adliyesi diye. Gelen arkadaşlar kötü niyetli olurlarsa, o tarihi, yeri görmezlerse; hatta hatta size gıcık kapmış, sizi de defterden silmiş olurlarsa sizi de katarak: “‘ETÖ’cülerin medya yapılanması Hakim Mehmet Ekinci’yi de kafaladı, örgüt toplantısı yaptılar.” der rahatlıkla. Bu defter, bu şekilde kullanılabilir bir kaç sene sonra. Çünkü benim 20-30 yıllık gazetecilik ajandalarımdan 2000 yılına ait gazeteci isimleri bulup, -ki o zaman bakan müşaviriyim – örgüt bağlantısı kurmaya çalışmışlar. Ama buradaki insanlarla bir örgüt şeması kuramamışlar; hiçbir telefon, hiçbir mail, hiçbir şey yok. Dedim ya, niyet önemli!..
İpin Ucunu Yakaladık
Şunu söylemek istiyorum; Başbakan’ın yatak odasının dinlendiği bir yerde hiç birimiz güvence altında değiliz, siz dahil. Bu silahın yarın hangimizi vuracağı belli olmaz. Onun için hazır bakın biz burada gazeteci olarak ipin ucundan yakaladık. Gelin bunun üzerinden gidelim. Bu devlette çöreklenmiş, bu Nuri Alço örgütünü, bu virüs örgütünü bulalım, bunun hesabını soralım. Çünkü ben şu geride kalan 10 aylık gayri hukuki, gayri kanuni sürecin hesabı sorulmadan burada bir savunma yapmak istemiyorum. Onların neler yaptığını ortaya çıkaralım; ondan sonra sizin bana hala soracağınız bir şey olursa başım gözüm üstüne, cevaplandırırım. Ama şu anda cevap vermek istemiyorum. Sadece size saygımdan dolayı buradayım.
Silivri’deki 10 aylık zorunlu ikametimin adını koymak istemiyorum. Bunun adını koymak istemediğim gibi, hani mahkemelerin sonunda: “Sayın heyetinizden şunu talep ediyorum.” derler ya, ben o taleplerde bulunmayı da kendime zul addediyorum. Çünkü burada her şey A’dan Z’ye gayri kanuni, gayri hukuki, gayri vicdani. Ben bunun hesabının sorulmasını istiyorum. Geri kalanı da sizin takdirlerinize bırakıyorum efendim. Söyleyeceklerim bundan ibaret.
Son olarak bir şey okumak istiyorum örgüt kavramına ilişkin. Bu bana ait değil; bu kanunları, yani şu suçlandığımız CMK’yı, TCK’yı hazırlayan, iktidara yakın Profesör İzzet Özgenç’e ait. Bu uygulamaları görünce: “Örgüt işinin suyunu çıkardılar.” diye demeç verdi. Bir de kitabını yazmış. Bakın ne diyor kitabında:
“Soruşturma makamları tarafından ekonomik çıkar amacıyla veya siyasi amaçla işlenen bir suçun varlığı hususunda yeterli delile ulaşılamayan durumlarda, kişiler hakkında belirtilen hedefler doğrultusunda suç işlemek amacıyla örgüt kurmak veya kurulmuş örgütü yönetmek ya da örgüte üye olmak suçlarından birini işlediklerinden bahisle iddianame düzenlenmesi yoluna gidilmektedir. Her iki uygulamanın da hukuk güvenliği ve toplum barışı bakımından büyük sakıncalar taşıdığı izahtan varestedir.
Suç olgusunun örgütle ilişkilendirilmesi Ceza Muhakemesi Hukuku’nda bir bakıma maymuncuk olarak işe yaramaktadır. Bireysel suçlar bakımından işletilemeyen soruşturma ve delil toplama yöntemleri, başvurulamayan koruma tedbirleri, kullanılamayan yetkiler suçun bir örgütle ilişkilendirilmesi halinde rahatlıkla işletilebilmektedir.
Suç olgusunun daha soruşturmanın başlangıcında örgütle ilişkilendirilmesi, kişilerin suça karşı korunmasından ziyade, ceza muhakemesi müesseselerinin, genel olarak toplumu izleme enstrümanları olarak kullanılmasına yol açmaktadır. Unutmamak gerekir ki suçla ve suçlulukla mücadele amacı yalnız başına soruşturma ve kovuşturmada izlenen yöntemlerin meşruluğunu sağlamaz. Ceza Hukuku’nun amacı suçu önlemeye hasredilemez. Ceza Hukuku, kişilerin hak ve hürriyetlerini aynı zamanda devlete karşı güvence altına almaktadır. Zira hukukla sınırlandırılamayan devlet gücü, kolaylıkla organize suçluluk enstrümanı haline dönüşebilir. Bu itibarla tamamlanmamış veya en azından teşebbüs aşamasında kalmış suçlardan soyut olarak suç işlemek amacıyla kurulmuş bir örgütün varlığından söz edilemez. Böyle bir anlayış ancak niyet okuma şeklinde tezahür eder.
Örgütten hareketle somut bir takım suçların işlendiği yargısına varılması halinde, insanlığın çok acı tecrübelerle kurtulmaya çalıştığı İTHAM sistemine geri dönülmüş olacaktır. ”
Bu, bu kanunları hazırlayan, redakte eden insanın uygulamalar neticesinde çıkardığı sonuçtur.
Bilgilerinize arzolunur.
Bu Dava Mahkemeyi Yargılıyor
İki hafta süren duruşmaların son günü olan 8. celsenin yapıldığı 5 Ocak 2012 günü 16. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti ara kararı için görüşmelere geçeceği sırada yine söz alan Müyesser Yıldız özetle şunları söyledi:Biz gazeteciler karmaşık konuları haplaştırarak anlaşılır hale getirmeye çalışırız. İki haftadır burada yaşananları özetlersek: devlet içindeki birkaç virüs, kuyuya taş attı; 40 akıllı toplandık, günlerdir çıkarmaya çalışıyoruz…Birkaç haftalık kursla “bilişim uzmanı” sayılmış polislerin verdiği raporlarla tutuklandık. Ülkenin üç üniversitesinin, bilişim uzmanlarının verdiği raporlarla neden tahliye edilmiyoruz? Emniyet, devlet kuruluşu da üniversiteler değil mi?Nürnberg Mahkemelerinde yargıçlık yapmış Robert Jackson’un şu sözünü hatırlatmak istiyorum:
“Mahkemeler davaları yargılar;
Ama davalar da mahkemeleri.”
İşte bu dava, mahkemenizi yargılamaktadır. Arz ediyorum.